Huzur’daki İhsan Yalnızca Bir Roman Kahramanı mıdır? * 
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, 1948’de Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilen ve 1949 yılında da kitap olarak yayımlanan Huzur adlı romanı hakkında Necdet Evliyagil, kendisiyle röportaj yapar. “Ahmet Hamdi Tanpınar ile Son Romanı İçin Bir Konuşma” başlığıyla 24 Ocak 1950 tarihinde Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan bu görüşmede Tanpınar, konuşmasına şu sözlerle başlar: “Hay hay! [...] Fakat daha evvel size iyi bir haber vereyim! Yahya Kemal’in sıhhati çok iyi” (Tanpınar, Mücevherlerin Sırrı 203).
Yazar, bu sözleri, o günlerde romanı okuyan herkesin konuştuğu ya da tartıştığı konuya gönderme yaparak söylemiştir. Roman kahramanlarından biri olan İhsan ağır hastadır. Romanın sonunda da İhsan’ın durumunu soran Mümtaz’a, doktor şu yanıtı verir: “İyidir, İyidir. Hiçbir şeye ihtiyacı kalmadı”(Tanpınar, Huzur 391). Bu sözlerden İhsan’ın iyileşemediği anlamı çıkarılabilirse de hastanın durumu okuyucuya açık olarak bildirilmez. Tanpınar, Huzur romanı hakkındaki konuşmasına bu noktadan yola çıkarak başlar. Dolayısıyla yazar, okuyuculara Yahya Kemal’in iyi olduğunu özellikle belirttiğine göre  İhsan’ın Yahya Kemal’le olan benzerliğini kabul etmektedir.
            Bu bağlamda romandaki İhsan karakterinin Yahya Kemal ile olan benzerliğinin ötesinde bu karakterin hangi görüşlerinin Yahya Kemal’den geldiği, hangilerinin Tanpınar’a ait olduğunu belirlemek İhsan’ın kimliği meselesinde yeni bir bakış açısı getirecektir. Bu çalışmada romanın kahramanı İhsan, Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi Tanpınar’la karşılaştıralarak onun kimden, hangi düşünceyi edindiği belirlenecektir.
            Tanpınar, İhsan karakterini çizerken onun romanın diğer önemli kişisi Mümtaz’la olan ilişkisini kısmen de olsa Yahya Kemal’in yaşamından yola çıkarak oluşturur. Yahya Kemal’in tarih anlayışı ile Tanpınar’ın bu konudaki düşünceleri birbiriyle örtüşür.

Tanpınar, “Antalyalı Genç Kıza Mektup”ta “Yalnız millet ve tarih hakkındaki fikirlerimde bu büyük adamın [Yahya Kemal’in] mutlak denecek tesiri vardır” (Tanpınar, Yaşadığım Gibi 350) der. Ahmet Hamdi Tanpınar, Darülfunun’da Yahya Kemal’in öğrencisi olmuştur ama ondan tarih dersleri alıp almadığı konusunda kesin bir bilgi yoktur. Öğrencilik yıllarında Yahya Kemal’le yaptıkları sohbetler, İhsan karakterinin çizilmesinde yazara önemli katkılar sağlamış olmalıdır. Tanpınar, 1942 yılında Cumhuriyet gazetesinde çıkan “İstanbul’un Fethi ve Mütareke Gençleri” başlıklı yazısında bu günleri şöyle anlatır:
Filhakika Yahya Kemal, bize bu sohbetlerde ve derslerde, uzun tefekkürünün meyvası olan çok dinamik realite ile gerek aktüel, gerek tarihî mânâlarında temas halinde bulunan bir milliyet anlayışını getiriyordu. [....] Bu tarih anlayışı bütün bir san’at ve edebiyat programıydı ve milliyet mefhumunun mucizesi ve yapıcı sırrı olan devam fikrini kendiliğinden ihtiva ediyordu. (179)
Yahya Kemal, 1903 yılında Paris’e gider ve orada Sciences Politiques okuluna devam eder. “Albert Sorel mârûf târih derslerini o mektepte veriyordu. Onun kuvvetli têsîrine kapılarak kendi târihimizi okumağa başladım” (Yahya Kemal, Edebiyata Dair 257) diyen Yahya Kemal, romanda İhsan’a dönüşür ve Albert Sorel’in öğrencisi olur. İkinci Dünya Savaşı’nın yaşandığı dönemde geçen olaylara yaklaşım İhsan’ın sözleriyle okuyucuya aktarılır. “Dünya gömlek değiştireceği zaman hadiseler kaçınılmaz olur. Albert Sorel’in bu cümlesini, son yılların vaziyetini daima beraber konuştukları İhsan sık sık tekrarlardı” (Tanpınar, Huzur 17).
            Hoca öğrenci ilişkisi gerçekte Yahya Kemal ve Tanpınar arasında nasıl başlayıp devam etmişse romanda da İhsan ve Mümtaz arasında da benzer gelişmeler göstermektedir.
            Yahya Kemal, Tanpınar’ın hocası olduğu dönemde 35 yaşındadır; romanda ise İhsan, Mümtaz’ın öğretmeni olduğunda 35 ya da 36 yaşlarındadır. İhsan, Mümtaz’ın hem akrabası-ağabeyi, hem de öğretmenidir. Bu noktada İhsan’ın öğretici kişiliği, Mümtaz’ın okuldaki öğretmeni olmanın dışında, sosyal hayatında da belirgin bir biçimde hissedilir. Tanpınar, Yahya Kemal’in ilk dersinden nasıl etkilenmişse, Mümtaz’da İhsan’ın ilk tarih dersinde benzer düşüncelere kapılır. Ancak, Tanpınar’ın Yahya Kemal’in  tarih dersine girip girmediği bilinmemektedir ve Yahya Kemal onun akrabası değildir. Bu bağlamda, Tanpınar, Yahya Kemal’in tarih konusundaki düşüncelerini İhsan karakterinde somutlaştırmıştır, denilebilir.
            Ahmet Hamdi Tanpınar, 1950 yılında Kitaplar adlı dergiye verdiği röportajda Huzur romanına ilişkin “Mümtaz yakamı bırakmadı” dedikten sonra sözlerini şöyle sürdürür: “O bana evvelâ şahsî macerasını, yani geldiği ufukları, sonra da meselelerini emretti. Her kahraman kendi dünyası ile peşime takıldı” (Mücevherlerin Sırrı 210). Bu noktada şu sorunun yanıtlanması gerekmektedir. Mümtaz’ı, yazar kendinden yola çıkarak oluşturmuştur ama İhsan’ı çizerken yalnızca Yahya Kemal’den mi yararlanmıştır?
            Yahya Kemal’in derslerde, Racine ve Verlaine’i, Nedim ve Bâkî ile; Şeyh Galib’i ise Baudelaire ile eşdeğer olarak anlattığından bahseden yazar, bütün bu değerlendirmeleri romanda İhsan’a söyletmektedir. Yahya Kemal’in dokuz yıl yurtdışında -Paris’te- kalması, romanda İhsan’ın yedi yıl Kartiyelaten’de kaldığı belirtilerek ilişkilendirilmektedir.
Yahya Kemal, Paris’teyken gerek aldığı derslerin gerekse o sıralardaki yayınların etkisiyle Osmanlı tarihini merak etmeye başlar. “Bir gün bir mecmuada, [...] Profesör ve müverrih Camille Julian’ın bir cümlesini okudum. Bu cümle benim, milliyetimizin ve vatanımızın teşekkülüne dâir dağınık düşüncelerimi, birdenbire, yeni bir istikamete sevketti. Camille Julian’ın cümlesi şuydu: ‘Fransız milletini, bin yılda Fransa’nın toprağı yarattı’” (Banarlı Yahya Kemal’in Hatıraları 46).
Yahya Kemal’in memlekete döndükten sonra bu “milli olanı arama” düşüncesi romanda İhsan’ın “kendimize ait olanı bulma” düşüncesidir. İhsan’ın bir tarih kitabı yazma isteği ve bu konudaki düşünceleri göz önüne alındığında Yahya Kemal’in tarih anlayışıyla örtüştüğü görülür. “İhsan kronolojik bir tarih olmasını istiyordu. Osmanlı İmparatorluğu'na Bizans'tan devredilmiş iktisadi şartlardan başlıyacak, sene sene bu güne kadar getirecekti” (Tanpınar, Huzur 40-41).
Yahya Kemal’in, “Türk İstanbul I-II” başlıklı makalelerinde söyledikleriyle İhsan’ın bu düşünceleri arasındaki benzerlik daha da belirginleşir.
Tanpınar, İhsan karakterini yaratırken yalnızca Yahya Kemal’in düşüncelerinden değil, eylemlerinden de yararlanır. Yahya Kemal’in Paris’te “[m]itinglerde bilhassa Jaurés gibi, Comte de Mun gibi büyük hatipleri ısrarla takip e[tmesini] (Banarlı Yahya Kemal’in Hatıraları 44), Mümtaz’ın İhsan’ı, Nuran’a anlattığı satırlarda buluruz.
Kuzum, senin yaşın bu kadar genç. Öyle olduğu halde bütün bu eski şeyleri nerden seviyorsun? diye sordu. Mümtaz o zaman ona İhsan Ağabeyi anlattı Gençliğinde Paris'te Jaures'in peşinden bir zamanlar nasıl ayrılmadığını, sonra Balkan Harbi içinde İstanbul'a dönüşünde birdenbire nasıl değiştiğini, nasıl kendi hayatımızın kaynakları etrafında dolaştığını, onları şahsi bir tecrübe gibi yaşamaktan nasıl bıkmadığını söyledi. (Tanpınar, Huzur 187)
Bu sözlerin ardından Mümtaz, asıl hocasının İhsan olduğunu, onun kendi yaşamındaki etkisinin büyük olduğunu belirtir ve “İhsan’ın en güzel tarafı, insan için yolları kısaltmayı bilmesidir” (187) der. Aynı sözler Tanpınar tarafından Yahya Kemal için söylenir. Tanpınar, Yahya Kemal ile tanıştığı günlerde elinde Jean Moreas’nın kitabını gören hocasının “Klasikleri okuyun, sırasıyla okuyun. Ve her muharriri tekmil okuyun” önerilerinin ardından onun için şu değerlendirmeyi yapar: “Hakikatte yolumuzu kısaltmayı istiyordu” (Tanpınar, Yahya Kemal 19). Ahmet Hamdi, bu sözü hocasının yalnızca edebiyat ve sanat konusundaki görüşleri bağlamında kullanmaz.
Tanpınar, 1934 yılında “Yahya Kemal’e Hürmet” başlıklı makalede Yahya Kemal’in sohbetlerinin “esir İstanbul’dan hür Anadolu dağlarına ve kanlı cenk yerlerine açılan en kısa yollardan biri” (Tanpınar,  Edebiyat Üzerine ... 301) olduğunu belirtir. Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal’in bu niteliklerini İhsan’a yükleyerek onun romanda öncü, bir anlamda lider kimliğini vurgulamış, İhsan ile Yahya Kemal ilişkilendirilmesinin yapılacağını bilerek bu kurgulamayı yapmıştır. Ancak yazarın İhsan’a yönelik bazı açıklamaları okuyucunun zihninde oluşacak bu özdeşleştirmeyi bozar.
“İhsan sanatkar değildi. Yaratıcı tarafı tarihe ve iktisada doğru gitmişti. Fakat sanattan, bilhassa şiir ve resimden iyi anlıyordu” (Tanpınar, Huzur 40). İhsan’ın sanatkar olmaması ve yaratıcı tarafının tarihe gitmesi sözleri oldukça anlamlıdır. Nitekim Tanpınar, “Yahya Kemal ve Şiirimiz” başlıklı makalesinde Yahya Kemal’in İstanbul sevgisi ile Baudelaire’in Paris’i arasında bir karşılaştırma yapar ve onun hakkında şunları söyler: “Yahya Kemal’in İstanbul sevgisi estetik plandan vatanın manevî çehresine doğru genişler. [...] Çünkü onda cemiyetimize ait birtakım tarihî şartların tam cevabını alırız” (Tanpınar, Edebiyat Üzerine ... 341). Yahya Kemal de, İhsan da “bize ait olanı” bulup ortaya çıkarmaya çalışma noktasında birbirlerine benzerler. Ama diğer özelliklerine baktığımızda İhsan’ın bir tarih öğretmeni olması ve şiirden anlaması gibi nitelikleri onun, Yahya Kemal’in fotografının negatifi olduğunu gösterir. Resmin kendisine baktığımızda Yahya Kemal, şairdir ve tarihten de anlamaktadır. Bu gerçek ve kurgu olanın ters bir izdüşümle yansıtılması olsa gerektir. Bu noktada Tanpınar, İhsan karakterini çizerken Yahya Kemal’in kimliğinden yararlanmış ama kimi yerlerde de ona ait olmayan nitelikleri belirginleştirerek kurgusal yapıyı sağlamıştır.
            Sorel’in düşüncelerinden etkilenen Yahya Kemal, “tarih ortasında Türklüğü aramak” (Banarlı Yahya Kemal’in Hatıraları 43) düşüncesiyle yurda döner. Oysa İhsan’ın tarih konusundaki düşünceleri bu kadar milliyetçi bir söyleme bürünmez. O daha çok sanatın ve “güzel”in peşindedir. “Gittiğim zaman Bursa'nın en güzel mevsimiydi. Vakıa yine çok sıcak vardı. Fakat akşamları hava serindi. Beni çiçekler çıldırttı (Tanpınar, Huzur 242) sözleriyle İhsan, Tanpınar’a dönüşür. İhsan’a varlık konusunda şunları söyler:
Varım, diyorum; fakat yarın olmayabilirim, yahut bir başkası, bir budala, bir bunak olabilirim... fakat şu dakikada varım... [....] Ey gözüm, ey boynum, ey kollarım, karanlık ve aydınlıklarım... size şükrediyorum, bu dakikanın sarayında, bu anın mucizesinde beraberce var olduğumuz için; sizinle bir andan öbürüne geçebildiğim için; anları birleştirip düz ve yekpare zaman kurabildiğim için! (239)
Bahsedilen Bursa, Tanpınar’ın yazdığı Beş Şehir’den biridir. İhsan da Tanpınar gibi düşünür ve reel zamanın dışında bir ikinci zamanın varlığına işaret eder. Aslında bu iki düzlemin bütünleşmesi anlamına da gelmektedir. Realite-yaşanan zaman, maddi unsurlardır; düşlenen, rüya olan zaman başka bir deyişle zamandışılık ise manevi kültürdür. Yekpare zaman ise iki düzlemin de bütünleşmesidir.
Bu şehirde muayyen bir çağa ait olmak keyfiyeti o kadar kuvvetlidir ki insan ‘Bursa’da ikinci bir zaman daha vardır’ diye düşünebilir. Yaşadığımız, gülüp eğlendiğimiz, çalıştığımız, seviştiğimiz zamanın yanıbaşında, ondan daha çok başka, çok daha derin, takvimle, saatle alâkası olmayan, sanatın, ihtirasla, imanla yaşanmış hayatın ve tarihin bu şehrin havasında ebedi bir mevsim gibi ayarladığı velût ve yekpare bir zaman. (Tanpınar, Beş Şehir108)
            İhsan, geçmişle yaşadığı anın bütünleşmesini, “Gittiğim zaman Bursa'nın en güzel mevsimiydi” (Huzur 239). diye anlatırken Tanpınar’ın Beş Şehir’de “[ş]ehrin havasında ebedi bir mevsim” sözlerine göndermede bulunmaktadır.
Yazar, Mümtaz’ın “biz neyiz? diye kendi kendime soruyorum” sorusunu İhsan’a yöneltmesini sağlayarak kimlik konusundaki düşüncelerini romana aktarma fırsatını bulur. “İşte buyuz... bu Nevakar'ız. Bu Mahur Beste'yiz, bunlara benziyen nice nice şeyleriz! Onların içimizdeki yüzleri, bize ilham edecekleri hayat şekilleriyiz (Tanpınar, Huzur 244). Bu düşüncelerini de Yahya Kemal’in bir sözünü kaynak göstererek güçlendirir. “Yahya Kemal, bizim romanımız şarkılarımızdır, diyordu, hakkı da var” (244). Oğuz Demiralp’e göre İhsan’ın bu düşünceleri onun geçmişle “‘bağlantı noktası olarak musiki’yi gör[mesindendir] (Kutup Noktası 89).
            Tanpınar, romanın olmayışını müslümanlıkta ilk günah düşüncesinin olmamasına bağlar, dolayısıyla da Yahya Kemal’in roman tanımlamasını “Batılı” anlamda gelişememiş bir toplumun, manevi gelişiminin başka bir deyişle içsel gelişiminin göstergesi olarak ele alır. Geçmişin değerlerinin, toplumun kimlik bunalımı yaşamaması için önemli olduğunu düşünen yazar, bir anlamda da yeni olanın bu eski bedene dar geleceğini düşünmektedir denilebilir. Üstelik de bireye doğru giden bir toplumsal gelişimde sürekli “biz” demekten de kendini alamaz. Tanpınar’a göre “ben”, “biz”in içinde yaşayacak ve sonrasında sığamadığı o kabuğu kırıp dönüşecektir.
            Yahya Kemal’in biz konusundaki görüşleri ise ne doğulu, ne de batılı olmaya yakındır. “Türk müslümanlığı, Arap müslümanlığı değil, daha yeni bir iman sentezi, velhâsıl daha yeni bir imandır ve birçok cepheleriyle millîdir” (Uysal, İşte Gerçek ... 40)
            Huzur’un üçüncü bölümünde öğrencileriyle manevi değerler ve maddi yaşam hakkında konuşan İhsan, onlara bu durumu “aynı vâkıanın iki yüzü” (246) olarak açıklar. İhsan’ın kültürel ve ekonomik kalkınma konusunda söyledikleri tamamıyla Tanpınar’ın düşünceleridir. Yazarın “Şark ile Garp Arasında Görülen Esaslı Farklar” başlıklı makalesindeki şu sözleri de bu doğrultuda oldukça önemlidir. “Denebilir ki, Şark eşyaya ancak umumî şeklinde tasarruf eder. Hatta bazen onu tabiattan ödünç alır. Garp ise bünye mahiyetini anlamak ve bütün imkânlarını yoklamak suretiyle onu tam benimser” (Tanpınar, Edebiyat Üzerine ... 128). Tanpınar’a göre maneviyat Doğu’yu, maddi yaşam ise Batı’yı temsil eder. Batı denen anlayışın eşyanın tabiatına hükmetmesi, onun çözümlemesini yapması içselleştirmesi anlamına gelmektedir. Oysa Doğu toplumlarında -Türkiye’de- bu anlayış söz konusu değildir. Bunu sağlamanın yolu da ekonominin gelişmesidir. Bu tür bir değişimin yaşanması da insanların “kulluktan çıkıp tevekkülden vazgeçip birey olmalarını sağlayacaktır. Bu nokta da şu sorusuyu sormak kaçınılmazdır. Değişimle birlikte, yazarın çok önem verdiği “manevi” yapı değişmeyecek midir?
Yeniye başından itibaren bizim olmadığı için şüphe ile, eskiye eski olduğu için işe yaramaz gözüyle bakıyoruz. [...] Sanatımızda, eğlencemizde, ahlakımızda, muaşeretimizde, istikbal tasavvurlarımızda daima bu ikilik karşımıza çıkıyor. Satıhta yaşarken mesut oluyoruz. Derine iner inmez kayıtsızlık ve kötümserlik başlıyor.” (Tanpınar, Huzur 246-47 )
Tartışılan konu, Doğu-Batı çatışmasından daha çok kültürel kopukluktur; eski ne olacaktır ve nasıl yeni ile eklemlendirilecektir? Orhan adlı öğrencisiyle konuşan İhsan, ülkenin ekonomik ve sosyal olarak kalkınmasının nasıl gerçekleştirilmesi gerektiğini anlatır. Türkiye’nin yalnızca Türkiye olması gerektiğini söyleyen İhsan, Osmanlı’dan beri süregelen çiftçi ağırlıklı bir toplumun değişiminin zorunlu olduğunu belirtir ve kalkınmanın da ekonominin güçlenmesiyle olacağını anlatır. Bunun için de Anadolu’da süregiden geleneksel yapının dönüştürülmesinin üretime sağlayacağı katkıdan bahseder. İhsan’a göre ülkede yeni iş alanları açılmalı, okuyan kitlenin memur olmanın ötesinde yeni bir şeyler yapması sağlanmalıdır. Bütün bunların yapılabilmesi için hem tarım hem de sanayi alanına yönelik bir kalkınma programı uygulanmalı ve herkesin çalışması şarttır.         
            İhsan’ın, çalışma, ekonomi, kalkınma gibi konulardaki düşünceleri, yazarın ideal insan tipini ortaya çıkarmak için yaptığı yüklemelerdir. Yahya Kemal, bu konulardaki görüş bildirmemiş, o yalnızca tarihsel bütünlük içinde oluşacak bir millet düşüncesine sahip çıkmıştır, denilebilir.
Dönemin ekonomik ve siyasi kalkınmasına yönelik öneriler, hem yapılması gerekenleri sıralar, hem de eksik olanları, ihmal edilenleri ortaya çıkarır. Tanpınar, ekonomi, üretim, devrimler, “Yeni Türk insanı” ve bu insanın kimliği meselelerine dair olan bu düşünceleri yine İhsan aracılığıyla anlatır.
Evvela şartlarımızı tanıyacağız. Sonra işlerimizi sıralıyacağız. Yavaş yavaş cihan piyasasına çıkmağa başlıyacağız. Kendi piyasamızı kendi istihsalimize açacağız. Aileyi, evi şehri ve köyü tekrar kuracağız... Bunları yaparken insanı da yapmış olacağız. Şimdiye kadar insanla yapıcı olarak meşgul olamadık, bir yığın inkılabın peşinde idik.[....] Yeni Türk insanının ölçülerini kim biliyor? Yalnız bir şeyi biliyoruz. O da birtakım köklere dayanmak zarureti. Tarihimize bütünlüğünü iade etmek zarureti. Bunu yapmazsak ikiliğin önüne geçemeyiz. (250)
            İhsan’ göre toplumun kimliğini kaybetmemesi, manevi yönden güçlü olması için tarihin kesintiye uğratılmaması gerekir. Dolayısıyla, kendi toplumuna uygun bir çözüm arayışındadır. “Ben evvela ruhumun hatta maddemin teşekkülünü istiyorum. [....] Fransa'da olsam ben de ferdin peşinden dolaşır, ona cemiyete rağmen kendisi olması imkanlarını düşünürdüm. [....] Türkiye'de Türkiye'nin ihtiyacı olan şeyi düşünüyorum” (256).
Romanda bunları söyleyen İhsan’dır ama bu düşünceler, daha sonra Tanpınar tarafından 1950 yılında Yücel dergisinde yayımlanacak olan “Ahmet Hamdi Tanpınar Diyor ki...” başlıklı söyleşide de dile getirilecektir. Tanpınar’ın İhsan’ın fikirlerinden etkilenmesi söz konusu olamayacağına göre İhsan’ın söylediklerini Tanpınar, daha önceden düşünmüş olmalıdır.
Yazara, köy kültürü, ekonomi iç siyaset, kalkınma, köy enstitüleri, aydınlar ve üniversiteliler hakkında sorular sorulur. Kültür bakımından köy yaşamının oldukça zengin olduğunu söyleyen Tanpınar, sözlerine “folklorun tespiti içinde hapsolmamak” (Yaşadığım Gibi 292) gerektiğini de eklemeyi unutmaz. Onun için önemli olan şehir hayatıdır ve medeniyetin varolabilmesi için şehir yaşamı esastır. Medeniyet için şehir ne kadar önemliyse ekonomik kalkınma ve üretim için de köy o kadar önemlidir.
             Batı medeniyetinde her şeyin (sınıfsal ayrım, köylü şehirli ayrımı) bir kurtulma fikri üzerinde, oysa müslümanlıkta toplumun hürriyet fikri üzerine kurulduğunu söyler. “[M]üslümanlıkta başlangıç günah fikrinin bulunmaması”ndan (Tanpınar, Huzur 283) söz eden İhsan, Suat’ın “Ne çıkar? O kadar çabuk vazgeçtikten sonra...” sorusunu İhsan şu sözlerle yanıtlar: “Müslüman şark, asırlardan beri kendisini müdafaaa vaziyetindedir. Bugün hürriyet mefhumunu kaybetmişsek sebebi muhasara altında yaşadığımız içindir.” (283)
İhsan da Tanpınar gibi “muhasara” altındadır, dolayısıyla düşüncelerini idealist bir öğretmenin bakış açısından aktarır. İhsan, evli, iki çocuğu olan, öğretmenlik yaparak geçimini sağlayan, toplumun içinden biridir. Hem içinde bulunduğu an ile yani şimdiki zamanla, hem de “eski”ye ait olanla barışık yaşayabilecek bir yapıdadır. İhsan’ın toplumun içinden biri oluşu onu hem Yahya Kemal’le  hem de Ahmet Hamdi Tanpınar’la olan benzerliklerin ötesinde bambaşka biri yapar. Ancak, bir arkadaşının “siz ki o kadar yeni görünüyorsunuz; bana öyle geliyor ki, devrinizi sevmiyorsunuz?” (323)sorusu İhsan Bey’in geçmişe olan özlemini gösterdiği gibi, dönemine yönelttiği eleştirileri de dile getirmesine olanak sağlar.
“Hayır, sevmiyorum. Yahut, kelimeyi bulamadım; devrime hayran değilim. Fakat yeni miyim hakikaten? Yeni olabilmekliğim için, yaşadığını saatin adamı olmam lazım. Bense daha başka şeylerin iştiyakındayım! Yeni olmak için, devrimle beraber her an değişmeği kabul etmeliyim. Bense bir yerde, bir düşüncede istikrarı sevenlerdenim” (323).
Bu sözleri söyleyen ise Yahya Kemal’e benzeyen İhsan olmalıdır. Özellikle “bir düşüncede istikrarı sevenlerdenim” sözüyle anlatılmak istenen durum Cumhuriyet ve öncesi arasındaki ilişkinin kesintiye uğratılmaması düşüncesi olmalıdır. Zira bilindiği gibi Tanpınar, Türkiye’de bu değişimi desteklemiş, “Anayasa’nın Türkçeleşmesi” ve “Atatürk’ten Alınacak Dersler” başlıklı makalelerinde de bu görüşlerini dile getirmiştir.
            Mümtaz ve İhsan arasındaki diyaloglar, Tanpınar’ın kendi kendisiyle münazara etmesi gibidir. İhsan, öğretici kimliğiyle Mümtaz’a “[h]islerinin değil, düşüncenin adamı olman lazım!”(333) diyerek idealize etttiği yaşamdan kurtulmasını beklemektedir. Batı modeli bir devrimin yokluğundan yakınan İhsan, Mümtaz’ın geçmişle bugünün bağlantısını kurmuş bir birey olmasını istemektedir. Tanpınar’ın gözünde geçmişle ve bugünün bağlantısını kuran kişi sanatsal düzlemde Yahya Kemal’den başkası değildir.
İhsan, öte yandan da Suat’a yönelik düşüncelerinde “[b]enim ferdin peşinde koşacak vaktim yok. Ben cemaat ile meşgulüm” (301) diyecek kadar çelişkili sözler söyleyebilmektedir.

            Tanpınar’ın Huzur’u bölümlere ayırırken ilk bölüme “İhsan” adını vermesi de romanın planlanması bakımından önemlidir. İhsan hasta olması, ülkenin İkinci Dünya Savaşı öncesindeki durumu ve Cumhuriyet’in ilânından sonra yaşanan “yeni” olmak için eskinin tamamıyla ortadan kaldırılması durumuyla da doğrudan ilişkilidir. Ayrıca, yazarın üretimin artması ve ekonominin gelişmesi sonucunda belli bir refah düzeyine erişecek toplum idealiyle de örtüşmektedir. Hastalıktan kurtulma ise ya iyileşerek ya da ölümle gerçekleşecektir.

             Huzur’daki İhsan ve Mümtaz karakterleri yalnızca bir roman kahramanı mıdır? Mümtaz’ın Tanpınar, olduğu konusunda çoğu araştırmacı hem fikirdir. Tanpınar, söyleşilerinden birinde dediği gibi Mümtaz peşini bırakmamış ve ona kendi romanını yazdırmışsa İhsan niçin çizilmiştir? Bu soruların yanıtını yine İhsan’ın sözlerinde bulabilmek mümkündür. “Bunları yaparken insanı da yapmış olacağız. Şimdiye kadar insanla yapıcı olarak meşgul olamadık, bir yığın inkılabın peşinde idik. İçimizde kendimize karşı bir hareket hürriyetini elde etmeğe çalışıyorduk”(250 ).
            Tanpınar, bu romanında “insanı yapmaya” çalışmıştır denilebilir. İhsan-Yahya Kemal ve Mümtaz-A.H.Tanpınar ikililerinden yola çıkan yazar, kurgu belirli bir noktaya geldikten sonra Tanpınar, İhsan ve Mümtaz zincirini kurmaya çalışmıştır. İhsan’ın adı romanda 238 kez geçer, diğer roman kişilerine –Suat (247 ), Nuran (620), Mümtaz(960)- oranla en az konuşan ya da kendinden bahsedilen kişidir. Mümtaz’ın İhsan’la ilgili sözlerinin anımsamalar olduğu düşünüldüğünde, İhsan yaşanan anın dışındadır ve durağandır. Hareketli olan ve değişimi kaçınılmaz olan karakter ise Mümtaz’dır.
            Tanpınar, İhsan karakterini çizerken Yahya Kemal’in tarih düşüncesinden yararlanmıştır. Yazar, zaman zaman hocasının sözleriyle konuşturduğu İhsan’a, kendi düşüncelerini de söyletmekten geri kalmamıştır. Bu bağlamda da romanın belli bölümlerinde İhsan’ın Yahya Kemal’in bir benzeri olduğunu düşünmek mümkündür.
Öte yandan İhsan’ın toplumu örnekleyen özellikler taşıması, okuyucunun kurduğu bu benzerlikleri göz ardı edip onun romanın gerçekliğine ait bir karakter olarak algılanmasını sağlamıştır. Başka bir deyişle, İhsan, tarih ve musiki konularındaki görüşlerini Yahya Kemal’den; ekonomi, çalışma hayatı, kalkınma gibi konulardaki görüşlerini Tanpınar’dan almıştır, diyebiliriz.


* Hürriyet GÖSTERİ Sanat Edebiyat Dergisi
    Kış (Aralık-Ocak-Şubat) 2008-2009, Sayı 296. 


Kaynaklar

Banarlı, Nihat Sami. Yahya Kemal’in Hatıraları. İstanbul: İstanbul Fetih Cemiyeti, 1960.
Beyatlı, Yahya Kemal. “Yahya Kemal ile Konuştum”. Söyleşiyi yapan: Hikmet Feridun.
Yedigün Mecmuası, 10 Temmuz 1935 Edebiyata Dair. 4. Baskı. İstanbul: İstanbul Fetih Cemiyeti, 1997. 251-64.
——. “Türk İstanbul I-II”. Aziz İstanbul. 1000 Temel Eser.İstanbul: Milli Eğitim Basımevi,
1969. 5-66.
Demiralp, Oğuz. Kutup Noktası. İstanbul. Yapı Kredi Yayınları, 1993.
Tanpınar, Ahmet Hamdi. Beş Şehir. İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1989.
——. Edebiyat Üzerine Makaleler. Haz. Zeynep Kerman. İstanbul: Dergâh Yayınları, 1992.
——. “Şark ile Garp Arasında Görülen Esaslı Farklar” Edebiyat Üzerine Makaleler
            128-30.
——. “Yahya Kemal’e Hürmet” Edebiyat Üzerine Makaleler 309-11.
——. “Yahya Kemal, Şiirleri ve İstanbul” Edebiyat Üzerine Makaleler 339-44.
——. Huzur 9. Baskı. İstanbul: Dergâh Yayınları, 1999.
——. Mücevherlerin Sırrı:Derlenmiş Yazılar, Anket­ler ve Röportajlar.
            Haz. İlyas Dirin ve diğer. 3. Baskı. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2004.
——. Yahya Kemal. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2001.
——. Yaşadığım Gibi. Haz. Prof. Dr. Birol Emil. İstanbul: Dergâh Yayınları, 2005.
Uysal, Sermet Sami. İşte Gerçek Yahya Kemal. İstanbul: İnkılâp ve Aka Kitabevi, 1972.


GİZLİ EL


                   İKİ KEZ YAZILAN İLK ROMAN: GİZLİ EL *
                                                                                  Fethi Naci’nin Anısına
Bir gerçeği belirtmek için uğraşıyorum:
Bizim Gizli El diye okuduğumuz roman, 1920 yılında Dersaadet gazetesinde tefrika edilen roman değildir!
Öyleyse nedir?
Belli ki Reşat Nuri, Gizli El’i yeniden yazmış; romanı ilk tasarladığı zaman yazmak istediği “vurgun ve nüfuz ticareti”ni yazarak romana eklemiş. Bunu ne zaman yapmış? Bilmiyorum. Ama romanın birinci baskısı (h.1343) 1924’te (Cumhuriyet’in ilânından sonra) yapıldığına gore bu ek bu baskıda yer almış olabilir. Eski yazı bilenler bunu araştırabilir. Benim kesin olarak emin olduğum, okuduğumuz metnin Dersaadet’te yayımlanan metin olamayacağıdır.
Ya Reşat Nuri’nin yazdığı “İlk Romanımın Romanı” başlıkla yazı?” Bu yazının hangi tarihte yazıldığını, nerede ve ne amaçla yayımlandığını araştırmak gerekiyor. (Fethi Naci Reşat Nuri’nin Romancılığı 33-34)
            Fethi Naci, Reşat Nuri’nin Romancılığı adlı eleştiri kitabında Gizli El (25-35) romanına yönelik eleştirilerini sıraladıktan sonra yukarıdaki yargıya ulaşır.
Bu yazıda, 1920 yılında Osmanlıca tefrika edilen metin, 1924 baskısı ve Latin alfabesiyle yayımlanmış romanlar karşılaştırılarak Fethi Naci’nin tespitlerinin doğru olduğu  ortaya çıkarılacaktır. Karşılaştırma romanın farklı baskılarındaki önsözler ve günlükler arasında yapılacaktır.
            Gizli El, ilk kez 1920 yılında Dersaadet’te tefrika edilir; 1924 yılında da kitap olarak basılır. Bu ilk baskı ve tefrika Osmanlıca yazılmış metinlerdir. 1924 baskısı Şems Matbaası’nda basılır. Yayıncısı İkbal Kütüphanesi sahibi Hüseyin’dir. (Fotograf 1)
1954 yılında Çağlayan Yayınevi tarafından yeniden basılan roman, bugünkü cep kitapları boyutlarında ve Charlie Chaplin’in Sahne Işıkları adlı romanıyla birlikte yayımlanır. Kitabın bir tarafında Gizli El, öbür tarafında ters yönde basılmış diğer roman Sahne Işıkları vardır. (Fotograf 2)
Romanın 1959 baskısı ise İnkılap Kitabevi tarafından yapılır ve 3. baskıdır. Günümüzdeki baskılar da bu yayınevi tarafından yapılmaktadır. (Fotograf 3)
Önsözler
1920 yılında Dersaadet gazetesinde tefrika edilen romanın 1924 yılında kitap haline getirilmesi üzerine Reşat Nuri, kitaba “ Bir Romanın Romanı” başlığıyla bir önsöz yazar; sansürün romanda yapılmasını istediği değişiklikleri ve romanının konusunun nasıl değiştirildiğini de ilk kez bu önsözde açıklar:
Mütareke ibtidasında yazdığım bu hikayenin kahramanı bir “harb taciri” idi. Basit ruhlu, orta zekalı, mütevazı ve temiz bir adamcağız- vukuat sevkiyle- harb ticaretine başlıyor, siyasi entrikalara karışıyor, o zamanlar birçok numunelerini gördüğümüz sefil, şımarık, ahlaksız harb zenginlerinden biri oluyordu. Asıl maksadım o devrin bazı hallerini, hususiyetlerini göstermeye, bir moeurs [entrika] romanı yazmağa çalışmaktı. Fakat vukuat onu büsbütün başka bir şekle soktu. O zamanlarda görünmeden birçok iş görenlerden birisine ait olan “Gizli El” ocağının saadetini iadeye çalışan bir kadın eli oldu. (Güntekin Gizli El 1924:3)
Roman, Dersaadet’te tefrika edileceği gün”eserin başlangıcı” yani bir nolu tefrikanın ilk satırları sansürden geçmemiştir. Romanın tefrika edilebilmesi için Reşat Nuri, Sansür Efendi’nin romanına yönelik eleştirilerini dinlemek ve önerilerini uygulamak zorunda kalmıştır.
Sansür Efendi ile görüşmeleri sonucunda ilk tefrikada yapılan bazı değişiklikleri kaydettiğini söyleyen yazar bu değişiklikleri de ilk kez bu önsözde açıklar. Örneğin Nişantaşı ve Bebek kelimelerinin Beyoğlu ve Çapa olarak değiştirilmesinin sebebi, dönemin bakanlarının Nişantaşı’nda oturması; Bebek semtinin ise Damat Ferit Paşa’nın Balta limanındaki yalısına çok yakın olmasıdır.
Romanın sansüre uğrayan esas noktası başlangıcıdır:
Roman “ Bugün bir odun meselesi hakkında görüşmek üzere nazırı ziyarete gitmiştim.” cümlesiyle başlıyordu. Sansür Efendi bunu “Bugün bir afyon meselesi hakkında görüşmek üzere nazırı ziyarete gitmiştim.” şekline soktu. Meğer bilmeden zülf-i yâre dokunmuşum. Damad Ferid Paşa’nın da o vakit bir odun meselesi varmış. Kezalik nazırların romana girmesi de câiz değilmiş. Müdür-i umûmîye kalb edilmeleri lazım gelirmiş. (4)
Tefrikanın ilerleyen bölümlerinde sorunların çoğaldığını söyleyen Reşat Nuri bu durumu “Ben de hakikatı anlamıştım:Bugünkü hükümet dünkü hükümetin zamanında olmuş münasebetsizliklerden bahsedilmesine razı olmuyordu. Çünkü o da aynı yolu tutmuştu.” (5) sözleriyle eleştirir.
1924 yılında kitap olarak basılan romanın tefrika edilmesi sırasında yaşananlar 1920’lerin sansür anlayışını gösterir. İlk kez roman yazan Reşat Nuri için bu değişiklikler çok önemli değildir; “Zaten yabancı kalem dokunmakla kıymetini kaybedecek iyi bir şey yaptığı[na inanmamaktadır]” (4).  Önsözün sonunda da yazdığı eserle ilgisi ve benzerliği olmayan farklı bir romanın oluştuğunu söyler.
Latin alfabesiyle yayımlanan 1954, 1959 tarihli ve bugüne kadar yapılan diğer baskılarda yer alan önsöz ise “İlk Romanımın Romanı” başlığıyla yayımlanır. Bu önsözde Damat Ferit Paşa Hükümeti’ne yönelik eleştiriler yukarıdaki gibi doğrudan değildir, hatta yoktur bile denilebilir. Yalnızca, semt adlarının değişmesinin gerekçeleri açıklanır. Bunun dışında da Sansür Şemsi Efendi’nin kullanmasını istediği ifadelerden bahsedilir: Odun meselesi yerine afyon meselesi; nazır yerine genel müdür gibi.
            Türkçe baskılara yazılan “İlk Romanımın Romanı” başlıklı önsözde Reşat Nuri, Osmanlıca önsözde olmayan bazı açıklamalarda bulunur. Sedat Simavi’nin Dersaadet’i çıkarmaya hazırlandığı sırada kendisinden bir roman istemesinden; “vurgunculuk ve nüfuz ticareti[ni]” (Gizli El 1954:5/1997:7) tiyatroya dönüştürme isteğinden ve arkadaşının ısrarı üzerine bir “deneyeyim “diyerek roman yazmaya başlamasından ilk kez bu önsözde bahseder.
İlk baskıdaki önsözde, romanı sansürleyen kişiden Sansür Efendi diye söz edilirken sonraki önsözlerde bu kişinin Sansür Şemsi Efendi diye adıyla anılması ve “sevimli, kara sakalını karıştırarak düşün[en]” (Gizli El 1997:8) biri olarak nitelendirilmesi bir başka detaydır. Sansür  görevlisinin adının Şemsi olması –eğer gerçekten böyle biri varsa- yazar için büyük bir tesadüftür; zira roman ilk kez Şems matbaasında basılır. Kendi deyimiyle daha önce roman yazmayan Reşat Nuri’ye roman yazmayı öğreten Şemsi Efendi’dir: “Canım, roman demek, aşk alâka demektir! … Onları bırakıp da ne diye uğraşırsınız böyle kazalı şeylerle… Şu devlet adamı ile vurguncunun karanlıkta işleyen gizli elini, mesela güzel bir kadın eline çevirseniz, biz de tatlı tatlı okuruz.”(9) diyerek yazara konuyu nasıl değiştireceğini de söyler.
Gizli El’in 1924 yılından sonra yapılan 1954, 1959 ve 1997 tarihli baskılarında yer alan “İlk Romanımın Romanı” başlıklı önsözde söylenenler, romanda görülmez. Bu baskılarda yazar eserinin sansüre uğramaması için yaptığı değişiklikleri metne ekleyerek romanı yeniden yazmıştır. Sansür Efendi’nin içeriğini belirlediği metinle bugün okuduğumuz roman arasında olayların gelişiminde ve roman  kişilerinde farklılıklar vardır.
Elbette yazarın önsözünü değiştirmek mümkün değildir; ama yayınevi editörlerinin önsözün altına kısa bir açıklama yazmaları, önsözde bahsedilen ve sansüre uğrayan romanın daha sonra yazar tarafından yeniden yazıldığını belirtmeleri önsözle içerik arasındaki bağlantının daha rahat kurulmasını sağlayacaktır.
Günlükler biçiminde yazılmış romanın Dersaadet gazetesindeki tefrikasında Gizli El adının altında –Bir Hatıra Defterinden-  yazılıdır  ve roman  20 Nisan 1332[1916]  tarihine ait günlükle başlamaktadır. 
            1924 yılındaki  ilk baskıda ve sonraki baskılarda “Bir Hatıra Defterinden” ibaresi yer almaz  ve ilk günlüğün tarihi de tam olarak belli değildir. 1. tefrikada yazarın  tarihi,  gün ay ve yıl  olarak vermesi dikkat çekicidir.  Bundan sonraki günlüklerin  tarihleri  yalnızca gün ve ay olarak verilmekte, yıl  ise 1300 biçiminde belirtilmektedir. Yazarın yılları bu biçimde yazmasının  nedeni o dönemdeki  sansür anlayışı  olabilir.  Roman gazetede tefrika edildiği için ilk tefrikadaki  tarih, birçok okuyucu  tarafından sonraki günlerde hatırlanmayacaktır. Nitekim  42 sayı süren tefrikada yalnızca gün ve ay belirtilmektedir.
Günlükler, Olaylar ve Kişiler
Tefrika ve romanın birinci baskısındaki olaylar ve kişiler aynıdır; ancak tefrikada olmayan ama romanda yazılmış olan farklı tarihlere ait iki günlük vardır.
1920 yılında tefrika edilen metin ile 1924 yılındaki ilk baskının tamamıyla aynı olmasına karşılık; aynı romanın , ikinci, üçüncü, on altıncı baskıları tefrikadan ve ilk baskıdan farklı metinlerdir. Bu baskılarda 20 Nisan, 29 Nisan, 5 Mayıs ve 20 Mayıs tarihlerinin belirtildiği dört farklı tarihe ait günlük söz konusudur.
Tefrika edilen metin sansüre uğradığı için 1924 yılından sonraki baskılarda, yazar vurgunculuğu istediği gibi anlatarak romanı (olayların gelişimi, kişiler, tutulan günlüklerin sayısı) yeniden yazmıştır.
             



Farklı Baskılardaki Günlükler

               Birinci Grup
        Sansürlenmiş roman
İkinci Grup
1924’ten sonra yeniden yazılmış roman

Tefrika  1920
1.Baskı  1924
2.Baskı 1954
3. Baskı  1959
16. Baskı *(Tarih yok)
GÜNLÜKLER
No
Sütun
Sayfa No
Sayfa  No
Sayfa No
Sayfa No
20 Nisan 1332 (1916)
1
1
7
9
9
11
29 Nisan 1300
2
1
11
11
12
14
5 Mayıs 1000
2
3
11
12
12
14
20 Mayıs



113
120
121
1 Temmuz 1300
21
3
81

14 Temmuz
21
5
82



5 Ağustos 1300
24
1
89



15 Ağustos 1300


93



16 Ağustos
26
1
95



19 Eylül 1300
26
3
97



22 Eylül 1300
27
6
102



  1 Teşrin-i evvel (Ekim)
28
2
103



  5 Teşrin-i evvel (Ekim)
28
3
104



10 Teşrin-i evvel (Ekim)
30
2
108



20 Kanun-ı evvel (Ocak)
33
2
119



Kanun-ı evvel (Ocak)
35
1
125



30 Kanun-ı evvel (Ocak)


130



30 Kanun-ı sâni
36
3

Tefrikada yanlış yazılmış 30 Kanun-i Evvel olacak
8 Şubat 1300
36
5
131



3 Mart 1300
37
1
132



20 Mart 1300
38
3-4
137



23 Mart 1300
38
6
139



29 Mart 1300
39
2
140



5 Nisan 1300
39
3
140



12 Nisan 1300
39
4
141



20 Nisan 1300
39
6
142



29 Nisan 1300
40
1
143



30 Nisan 1300
40
3
144



(* 16.baskının yayım yılı, İnkılâp Kitabevi’nin internet sitesinden öğrenilmiştir.)
Yukarıdaki tablodan da anlaşılacağı üzere tefrika edilen romanda ve 1924 baskısı kitapta 1916 yılına ait 14; 1917 yılına ait 14 günlük vardır. Latin alfabesiyle yapılan baskılarda ise dört günlük söz konusudur.
            Birinci grup olarak nitelendirebileceğimiz metinler (tefrika ve 1924 baskısı) ile ikinci grup metinlerin (1954, 1959 ve günümüze kadar olan baskılar) başlangıçları aynıdır. Tefrikada, 20 Nisan ve 29 Nisan tarihli günlüklerde bazı değişiklikler olsa da kitabın içeriği açısından çok belirleyici değildir.
İkinci grup baskılarda 5 Mayıs tarihli günlükten sonra 20 Mayıs’a ait günlük başlar ve romanın sonuna kadar devam eder.
            Tefrikada ise 5 Mayıs tarihli günlük 2. tefrikadan 21.tefrikaya kadar sürer ve iki aylık bir süreyi kapsar.
Gizli El’in tefrikası ve ilk baskısı Osmanlıca’dan günümüz Türkçesine çevrilmediği için sansürlenmiş metnin olay örgüsü içinde önemli noktalarını belirtmek, karşılaştırma açısından yararlı olacaktır.
Tefrika ve 1924 baskısı
İlk günlükler her iki grupta da aynıdır; ancak aşağıda belirtilenler bugünkü baskılarda yoktur.
Şeref’in köprüden nehre atlaması, albümden Seniha’nın fotografını izinsiz alması.
Eşinin dayısının yardımıyla Şeref'in İstanbul'a gelip nüfuzlu kimseler tanışması.
Daha sonra Seniha'nın da İstanbul'a gelmesi ve Büyükada'da ev tutmaları.
Şeref'in üye olduğu tüccar grubunun şeker ticareti yapması.
Şeref'in İstanbul'da eğlence hayatına dalması.
Şirketten arkadaşı, Münir Cavid Bey'in sevgilisi Nezihe Hanım'la tanışmaları.
Münir Cavid Bey'in şirketin muhasebecisi ile şirketi dolandırıp Almanya'ya kaçmaları.
Nezihe Hanım'la Şeref Bey'in yakınlaşmaları.
Şeref Bey'in parası bitince bu ilişkinin sona ermesi.
Şeref'in son parasıyla Cihangir'den arsa alıp satmak istemesi.
Karısı Seniha'nın kuzeni Pertev'den durumu öğrenip tuttuğu avukat aracılığıyla kocasının gizli ortağı olması.
Seniha'nın hasta olan kocasının yanında olması ve çocuğuyla birlikte Gemlik'e dönmeleri.
Çocuğun, annesine güvercin masalını anlattırması.

Sansüre uğrayan ve yazar tarafından düzeltilen birinci grup metinlerde başka bir deyişle tefrikada ve 1924 baskısında romanda belirleyici iki kadın vardır: İlki Gemlik’te sıkılan kocasının İstanbul’a gitmesi için ona yardım eden, onu destekleyen ve sonunda da iflas ettiren; ancak bu iflas sayesinde de evliliğini kurtarıp kocasının kendine geri dönmesini sağlayan kadın, Seniha’dır.
 İkinci kadın ise cazibesini kullanarak Şeref’i elde eden ve sömüren Nezihe’dir. Her iki kadın da Şeref’in hayatındaki değişim ve dönüşümlere sebep olan kadınlardır. Dolayısıyla gizli el metaforu kadınların eli olarak yalnızca romanın adı bağlamında kalmaz; roman kahramanının başından geçen olayları da şekillendirir. Şeref Bey’in yaşadıklarına bakıldığında onun bir gizli el ya da gizli eller tarafından yönlendirildiği açıkça görülmektedir.
Seniha’nın birkaç akrabası ve Şeref’in üye olduğu bir tüccar grubu da romanda adları bilinmeyen ama Şeref’in yaşamını etkileyen kişiler dolayısıyla da “gizli el”ler olarak görülebilir; ancak yazarın asıl vurgulamak istediği üç “gizli el”in doğrudan müdahaleleridir.
İlk gizli el Seniha ve dolayısıyla dayısıdır. Seniha, kocasının haberi olmadan dayısına mektup yazar ve ondan kocasına uygun bir iş bulmasını sağlar. Şeref’in İstanbul’a gelmesi, para kazanması ve iş adamlarıyla tanışması bu yolla olur.
İkinci gizli el Münir Cavid Bey ve sevgilisi Nezihe Hanım’dır. Nezihe Hanım, hem Şeref Bey’in şirketten uzak durmasını, hem de kendisine bakmasını sağlar. Bir anlamda da sevgilisi Münir Cavid Bey’in şirketi soymasına yardımcı olur. Bu olayların yaşandığı bölümde Şeref Bey’in karısından kopuşu, şirketteki itibarını ve parasının çoğunu kaybetmesi anlatılır.
Bundan sonra, kocasının İstanbul’a gitmesini sağlayarak olayları yönlendiren kişi yani Şeref Bey’in karısı yine ortaya çıkar ve çözümü getiren arsa alıp satma meselesinde ortak olarak üçüncü gizli el müdahalesini yapar.
Şemsi Efendi’nin söylediği gibi yazar, “vurguncunun karanlıkta işleyen gizli elini, (…) güzel bir kadın eline çevir[ir] (Gizli El 1954:7).
Tefrika ve romanın birinci baskısındaki kişilerin olaylara etkisi ve romanın sonunda anlatılan güvercin masalı düşünüldüğünde Reşat Nuri’nin romana Gizli El adını vermesi son derece anlamlıdır.
1954, 1959 ve Günümüzdeki Baskılar
Çağlayan Yayınevi’nden çıkan 1954 tarihli baskı ve İnkılâp Kitabevi’nden yayımlanan üçüncü ve on altıncı baskılarda olaylar, dört farklı günlük aracılığıyla okura aktarılır. Romanın bu yayınevlerinden çıkan baskılarında roman, tefrikadaki ve ilk baskıdaki gibi Afyon meselesi ile başlar; 20 Nisan ve 29 Nisan tarihli günlüklerde de belirleyici bir farklılık yoktur. 5 Mayıs tarihli günlükte yazılanlar, romanların farklı olduğunu kanıtlar.
            5 Mayıs tarihli günlükte romanın kahramanı Şeref, hayallerinden bahsettikten sonra Seniha’ya nerede yaşamayı tercih ettiğini sorar. Seniha, Gemlik’te yaşamayı tercih etmektedir. Bunun üzerine kendisini İstanbul’a gelmesi için niçin teşvik ettiğini sorar. Bu konuşmaların ardından  karısı yatmaya gider, Şeref de yarına yetişecek hesap işlerim var diyerek çalışma odasına geçer. 5 Mayıs gecesi Şeref Bey, kendi deyimiyle eski “hayatının hesabıyla”( Gizli El 1997:17) uğraşmaktadır. Bu geriye dönüşe, okulu bitirdikten sonra babasının ölümünden söz ederek başlar. Bu günlük, Gemlik’e gelmesi, orada yaşadığı sıkıntılar, Doktorla tanışması, Narlı Çiftliğine ilk gidişi, Seniha’nın babası ile tanışması ve başından geçen diğer olayları içerir. Geçmişini anlattıktan sonra âna döner ve artık İstanbul’da nüfuzlu bir şirketin yöneticisi olduğunu, karısının yan odada uyuduğunu söylerek günlük yazmayı bitirir.
Bir sonraki günlük 15 gün sonrasına aittir: 20 Mayıs tarihli günlük yine geriye dönüşler ve o günde yaşananlarla romanın sonuna kadar devam eder.
Birinci grup metinlerde bulunan  ama ikinci grupta olmayan  olayların başlıcaları şunlardır:
Şeref’in seferberlik ilan edildiğinde askere gitmeye karar vermesi.
Askerlik muayenesi sırasında doktor komisyonu tarafından eski bir hastalığı olduğu gerekçesiyle askerlik şubesine yazıcı olarak verilmesi. (Bu komisyonda romanın başından beri yanında olan Doktor arkadaşı da vardır.)
Çanakkale Savaşı sırasında askerlik şubesinde görevli olmasına rağmen savaşın onun yaşamını olumsuz yönde etkilememesi.
Doktor Cemil Hayrullah Bey sayesinde Miralay Murat Bey’le tanışması ve onun isteği üzerine kurye olması. (Doktorun adı tefrikada Hayrullah ya da Cemil Hayrullah olarak geçer; 1924 baskısında Doktor Cemil olarak adı geçer ve diğer baskılarda yalnıza doktor olarak anılır.)
Sonrasında da “Geniş muameleli bir başka şirketin ve ondan çok daha büyük birçok devletleri susta durduran bir şirketin nüfuzlu bir idarecisi” olması
Bu ikinci gruptaki romanlarda “gizli el” olarak kabul edilecek tek kişi vardır, o da Murat Bey’dir. Nitekim romanın sonunda Şeref yakalanıp hapse atıldığında Murat Bey çoktan yurt dışına çıkmıştır.
Şeref, iki ay hapiste yattıktan sonra ağır para cezasına çarptırılır. Bu parayı kayınpederi Aziz Paşa öder ve serbest kalır. Bu olayların ardından Şeref, karısına ayrılmalarının iyi olacağını belirtir; ama karısı ona makul olması gerektiğini söyler. Roman önce karısının ağlaması sonra da Şeref’in ağlaması ile son bulur.
Fethi Naci’nin Gizli El’in yukarıda anlatılan belli başlı olay örgüsünün özellikle savaş dönemini anlatan kısımlarının, sansürden geçemeyeceğini belirttiği ve altı maddede sıraladığı “Sansür Şemsi Efendi’den geçmesi olanaksız satırlar[ın] (Fethi Naci 32) hiçbiri, tefrikada ve 1924 yılında yapılan ilk baskıda yoktur.
Reşat Nuri’nin ilk romanı Gizli El Dersaadet gazetesinde 1920 yılında tefrika edilirken sansüre uğrar ve tefrika sırasında roman yeniden yazılır. Bu değişikliklerle Gizli El, Sansür Şemsi Efendi’nin dediği gibi kadınların gizli el rolünü üstlendiği bir aşk romanına dönüşür.
Dersaadet’te tefrika edilen romanda değişiklik yapılmadan 1924 yılında romanın 1.baskısı yapılır. Reşat Nuri, bu ilk baskıya bir önsöz yazarak romanın sansüre uğradığı dönemde yaşadıklarını, not aldığı kadarıyla anlatır. Dolayısıyla Gizli El‘in kitap olarak yayımlanmış hali yazarın yazmak istediklerinden çok Sansür Efendi’nin istekleri doğrultusunda yazılmış bir romandır. Reşat Nuri, asıl yazmak istediği romanı 1924 baskısından sonra yeniden yazmıştır.
Romandaki günlük sayılarını azaltıp anlatmak istediği savaş dönemi vurgunculuğunu yeniden yazarak romanın kurgusunu değiştiren yazar, bir anlamda başlangıçları aynı ama olay örgüsünün gelişimi, kurgusu ve bitişleri farklı iki Gizli El yazmıştır. Sansürsüz yayımlanan bu romanın Türkçe’deki ilk baskısının 1954 olması muhtemeldir. Daha sonra 1959 yılında üçüncü baskısı yapılmıştır. 1959 baskısında olduğu gibi romanın günümüzdeki baskıları da İnkılâp Kitabevi tarafından yapılmaktadır. 1997 yılında yapılan 16. baskının arka kapağında “Gizli El; Reşat Nuri Güntekin’in “Cemil Nimet” takma adıyla “Dersaadet” gazetesinde(1920) tefrika edilen ilk romanlarından biridir” yazmaktadır. (Fotograf 4)
Gizli El, Reşat Nuri’nin Cemil Nimet takma adıyla değil Dersaadet gazetesinde kendi adıyla yayımladığı ilk romanıdır.
Bu bağlamda Fethi Naci’nin tespitleri doğrudur. “[b]izim Gizli El diye okuduğumuz roman, 1920 yılında Dersaadet gazetesinde tefrika edilen roman değildir!”(33) Reşat Nuri, romanı yeniden yazmıştır.
Bugünkü baskılarda yer alan “İlk Romanımın Romanı” başlıklı önsöz ise “Bir Romanın Romanı” olarak ilk kez 1924 yılındaki baskıya yazılmıştır.
Reşat Nuri’nin ilk romanı Gizli El  birbirinden farklı iki romandır. Bu doğrultuda yeni yapılacak edebiyat tarihi çalışmalarında bu roman hakkında verilen bilgiler düzeltilmelidir.





Kaynaklar:
Fethi Naci. Reşat Nuri’nin Romancılığı. 1. Baskı. İstanbul:Yapı Kredi Yayınları, 2003.
Güntekin, Reşat Nuri: Gizli El. Tefrika, Dersaadet. 16 Ağustos-6 Kasım 1920.(h.1336).
——. Gizli El. 1. Baskı. İstanbul: İkbal Kitabhanesi Sahibi Hüseyin. Şems Matbaası. Osmanlıca.
1924.(h.1342).           
——. Gizli El. [2. Baskı]. İstanbul: Çağlayan Yayınevi. 1954.
——. Gizli El. 3. Baskı. İstanbul: İnkılâp Kitabevi. 1959.
——. Gizli El. 16. Baskı. İstanbul: İnkılâp Kitabevi. ty.


Fotograf 1


Fotograf 2




Fotograf 3 

Fotograf 4
                                                                        
                     * Hürriyet GÖSTERİ  Sanat ve Edebiyat Dergisi  
                         Ekim-Kasım-Aralık 2010/ Sayı 302                 


                  

 

Ahmet Haşim: Şiiri ve Hayatı

Şairlerin En Garibi: Ahmet Hâşim*                               Yapı Kredi Yayınları, Abdülhak Şinasi Hisar’ın bütün eserlerini yayımla...