Katherine Mansfield Bir Fincan Çay


Katherine Mansfield


Bir Fincan Çay
ROSEMARY Fell pek güzel sayılmazdı. Yok, ona güzel diyemezdiniz. Peki,
hoş muydu? Parça parça bakarsanız... Ama niye birini parçalara ayıracak
kadar kıyıcı olalım? Gençti, pırıltılıydı, tam anlamıyla çağa uygundu, çok iyi giyinirdi, yeni kitapların en yenilerini şaşılacak kadar iyi okumuştu. Verdiği partiler gerçekten önemli kişilerle sanatçıların, son derece hoş bir karışımıydı. Rosemary'nin ortaya çıkardığı bu sanatçıların bir bölümünü sözcüklerle anlatmak bile ürkütücüydü. Bir bölümü ise, insan içine çıkabilir, oldukça hoş, tuhaf yaratıklardı.



Rosemary iki yıldır evliydi. Fıstık gibi bir oğlu vardı. Yo, Peter değil, Michael. Kocası ona tam anlamıyla tapıyordu. Zengindiler, gerçekten zengin. Öyle dedemden kalma küflenmiş, bayat bir "hali vakti yerinde" ile anlatılacak gibi değil...
Eğer Rosemary alışverişe çıkmak isterse, sizin-benim gibi Bond Street'e değil, Paris'e giderdi. Eğer çiçek almak isterse, arabayı Regent Street'teki şu kusursuz çiçekçiye çekerdi. Rosemary dükkânın içinde göz kamaştırıcı, daha çok, gizemli davranışlarla çevreye bakar, "Şunları, şunları, şunları istiyorum," derdi. "Şunlardan dört buket verin, bir vazo da gül. Evet, o vazodaki bütün gülleri alıyorum.
Hayır, leylak olmaz. Leylakları hiç sevmem. Şekilsiz çiçeklerdir." Görevli başıyla onaylayarak, yaşamdaki tek gerçek buymuş gibi leylakları göz önünden kaldırırdı. Leylaklar son derece şekilsizdiler. "Bana şu bodur laleleri verin, kırmızı-beyazları..." Sonra arabaya giderken, incecik bir çırak kız, beyaz kâğıda sarılmış,uzun giysili bir bebeğe benzeyen, kucak dolusu çiçeklerin ağırlığıyla sendeleyerek
onu izlerdi.
Bir kış günü öğleden sonra, Curzon Street'te küçük bir antikacı dükkânında alışveriş yapıyordu. Bu dükkânı severdi. Genellikle başkaları olmazdı orda. Antikacı da ona hizmet etmekten gülünç bir zevk alıyordu. Rosemary'nin her gelişinde adam ışıklar saçar ve ellerini ovuştururdu. O kadar sevinirdi ki sanki dili tutulurdu. Pohpohlamak için kuşkusuz. Ama davranışında öyle bir şey vardı ki...
Yumuşak ve saygılı bir sesle, "Bakınız madam," derdi, "antikalarımı seviyorum. Onları değerbilmez birine satmaktansa elimde tutarım daha iyi. Böyle ince duyguları olanlar da pek sık bulunmuyor." Sonra derin bir soluk alarak mavi kadifeden minik bir bohça açar, solgun parmaklarıyla cam tezgâha yayardı.
Bu kez, bu küçük bir kutuydu. Adam bunu Rosemary için saklıyordu. Daha kimseye göstermemişti. Kaymağa batırılmış gibi parıldayan nefis bir emaye kutu.

Kapağında, çiçekli bir ağacın altında duran minicik bir adam, kollarını onun boynuna dolamış daha da minicik bir kız vardı. Kızın, ıtır yaprağından daha bü yük olmayan, yeşil kurdeleli şapkası bir dala asılmıştı. Başlarının üzerinde, koru yucu melek gibi, pembe bir bulut vardı. Rosemary uzun eldivenlerini çıkardı. Böyle şeyleri incelerken eldivenlerini hep çıkarırdı. Evet, bundan hoşlandı. Sevdi kutuyu. Çok şirindi. Onu almalıydı. Kaymak gibi kutuyu elinde evirip çevirip açıp kaparken, ellerinin mavi kadife üzerinde ne kadar çekici durduklarını görmeden edemedi. Antikacı da aklının uzak bir köşesinden aynı düşünceyi geçirmeye kalkışmış olabilirdi. Adam eline bir kalem alıp tezgâhın üzerine eğildi. Solgun, kansız parmaklarını çekinerek onun pembe, canlı parmaklarına yaklaştırıp nazikçe mırıldandı; "izninizle madam, hanımın giysisindeki çiçekleri gösterebilir miyim?"
"Büyüleyici!" Rosemary çiçeklere tutuldu. Ama kaçaydı bu? Antikacı bir an için duymamış gibi davrandı. Sonra Rosemary'nin kulağına hafif bir fısıltı geldi: "Yirmi sekiz sterlin, madam."
"Yirmi sekiz sterlin." Rosemary sesini çıkarmadı. Kutuyu bıraktı, eldivenlerini giyip düğmeledi. Yirmi sekiz sterlin. İnsan zengin bile olsa... Kararsız görünüyordu. Adamın başının üstündeki rafta duran tavuğa benzeyen tombul çaydanlığa bakarak, rüyada gibi bir sesle : "Kutuyu benim için saklar mısınız lütfen?" dedi. "Ben sonra..."
Sanki kutuyu onun için saklamak çok olağan bir şeymiş gibi antikacı önünde eğilmişti bile. Kuşkusuz kutuyu onun için sonsuza kadar seve seve saklayacaktı.
Dükkânın güvenli kapısı tık dedi, örtüldü. Rosemary kış akşamına bakarak dışarda, basamakta durdu. Yağmur yağıyordu. Karanlık da yağmurla birlikte, is gibi, döne döne iniyordu. Havada soğuk, acı bir tat vardı. Yeni yanmış sokak lambaları hüzünlüydü. Karşı evlerdeki ışıklar da hüzünlüydü. Bir şeylere tasalanmış gibi donuktular, insanlar sevimsiz şemsiyelerinin altına sığınmış, hızlı hızlı geçip gidiyorlardı. Rosemary içinde tuhaf bir acı duydu. Manşonunu bağrına bastı. Keşke o küçük kutu elinde olsaydı da ona da sarılsaydı. Kuşkusuz arabası ordaydı. Yalnızca kaldırımı geçmesi gerekiyordu. Ama o hâlâ duruyordu. Hayatta öyle anlar, öyle müthiş anlar olur ki... Hani bir sığınaktan çıkıp çevreye bakarsınız, dışarısı korkunçtur. Buna izin vermemeli, eve gidip sımsıcak bir çay içmeli. Tam bunu düşünürken, yanı başında genç, esmer, gölge gibi bir kız belirdi. Nerden çıktı bu kız? İç çekmeye veya ağlamaya benzer bir sesle : "Size bir şey söyleyebilir miyim, madam?" diye fısıldadı.
"Bana mı?" Rosemary döndü. Sudan yeni çıkmış gibi titreyen, soğuktan kızarmış elleriyle yakasını kapayan, oldukça genç, hemen hemen kendi yaşında, kocaman gözlü, kavruk birini gördü.
"Madam," diye kekeledi, "bana bir fincan çay parası verebilir misiniz lütfen?"
"Bir fincan çay mı?'1' Kızın sesinde yalın, içten bir şey vardı. Dilenci sesine hiç benzemiyordu. "Hiç mi paran yok?" diye sordu Rosemary.
"Hiç, madam."
"Ne değişik!" Pusun içinden ona baktı. Kız da bakıyordu. "Değişik"ten de öte. Rosemary'ye bu birdenbire serüven gibi geldi. Alacakaranlıktaki bu karşılaşma, sanki bir Dostoyevski romanından çıkagelmişti. Kızı eve götürse? Sık sık kitaplarda okuduğu ya da sahnede gördüğü gibi davransa ne olurdu? Ne heyecanlı olacaktı. "Onu alıp eve getirdim," dediğinde arkadaşlarının şaşkınlığını görür gibi
oldu. ilerleyip, yanında, yarı karanlıktaki kıza : "Bize çaya gel," dedi.
Kız korkup geri çekildi. Bir an için titremesi bile durdu. Rosemary elini uzatıp kızın koluna dokundu. Gülümseyerek, "Gerçekten," dedi ve gülümsemesinin ne kadar yalın ve dostça olduğunu hissetti. "Niye gelmeyesin? Gel. Şimdi benimle arabaya bin. Eve gidip çay içelim."
"Bunu gerçekten istemiyorsunuz değil mi efendim?" Sesinde acı vardı.
"İstiyorum. Gerçekten istiyorum. Hatırım için gel."
Kız parmaklarını dudaklarına götürdü. Sıkıntı içinde Rosemary'ye bakarak, "Şey, karakola götürmüyorsunuz ya?" diye kekeledi.
"Karakol mu?" Güldü Rosemary, "Niye bu kadar acımasız olayım? Yalnızca seni biraz ısıtmak ve anlatacaklarını dinlemek istiyorum. Anlatmak istersen, kuşkusuz..."
Açlar kolay yönetilir. Uşak arabanın kapısını açtı. Bir an sonra, sisin pusun içine karışıp gittiler.
"İşte!" dedi Rosemary. Elini arabanın kadife tutacağına geçirirken içini utku duygusu kapladı. Ağa düşürdüğü küçük tutsağına baktığında, "Şimdi seni elime geçirdim," de diyebilirdi. Bunu dostça düşünüyordu kuşkusuz. Hatta "dostça" dan da öte... Ona hayatta inanılmaz şeylerin olduğunu, iyilik perilerinin gerçek olduğunu, zenginlerin kalpsiz olmadığını, bütün kadınların kardeş olduklarını kanıtlayacaktı. Birden döndü ve, "Korkma," dedi. "Hem neden benimle gelmeyeceksin ki? İkimiz de kadınız. Ben daha şanslıysam, bunu sen de umabilirsin..."
İyi ki tam bu anda araba durdu. Yoksa cümlesini nasıl tamamlayacağını bilemiyordu. Zil çaldı, kapı açıldı. Rosemary zarif, koruyucu, nerdeyse kucaklayan bir hareketle onu içeri, hole soktu. Sıcaklık, yumuşaklık, ışık ve hoş kokular.
Rosemary bütün bunlara o kadar alışıktı ki farkına bile varmazdı. Şimdi hepsine kızın gözüyle bakıyordu, büyüleyiciydi. Kendini açılacak dolaplar ve paketler arasında bulan küçük zengin bir kız gibiydi.
"Gel. Yukarı gel," dedi. Eli açıklığa bir an önce başlamak istiyordu. "Gel odama çıkalım." Bu zavallıcığı hizmetçilerin bakışlarından da kurtarmalıydı.
Merdivenlerden çıkarken Jeanne'i bile çağırmamaya karar verdi. Giysilerini kendi kendine çıkarabilirdi. Doğal olmak ne güzeldi!.. 
Şöminenin yalazının, güzelim lake mobilyaların, altın yaldızlı yastıkların, pembe-mavi halıların üzerinde oynaştığı, perdesi inmiş, büyük, güzel yatak odasına girince Rosemary yeniden, "İşte!" dedi.
Kız kapının ağzında durdu. Gözleri kamaşmış gibiydi. Rosemary buna aldırış etmedi. Büyük koltuğu ateşe yaklaştırarak, "Gel otur, rahatına bak," dedi. "Gel ısın. Çok üşümüşsün." Kız geri geri giderek, "Yapamam efendim," dedi.
Rosemary, "Haydi, lütfen," diyerek ona yaklaştı. "Korkma. Korkmamalısın gerçekten. Şu üstümü bir değiştireyim, yan odaya geçer, çay içer söyleşiriz. Niye korkuyorsun?" İncecik gövdeyi hafifçe içeri, koltuğun derinlerine doğru itti.



Desen : Semih Poroy
Kız sessizdi, bıraktığı gibi, elleri iki yanında, ağzı hafifçe açık, duruyordu. Doğrusu, oldukça aptal görünüyordu, ama Rosemary bunu fark etmedi. "Şapkanı çıkarmayacak mısın? Güzelim saçların sırılsıklam. İnsan şapkasız daha rahat eder, değil mi?" diyerek üzerine eğildi. Kız, "Peki efendim," gibi bir şeyler fısıldadı. Şekli kaçmış şapkayı başından çıkardı. Rosemary, "Paltonu da alayım," dedi.
Kız ayağa kalktı ama bir eliyle koltuğa tutundu. Rosemary paltoyu çekmeye başladı. Bu zor bir işti. Kız ona hiç yardım etmiyordu. Ayakta çocuk gibi sendeliyordu. "İnsan yardım istiyorsa biraz da kendi çabalamalı. Yoksa işler çok güç olur," diye bir düşünce geçti Rosemary'nin aklından. Şimdi paltoyu ne yapacaktı? Şapkayla birlikte yere bıraktı. Sigara almaya şömineye giderken, kız çabuk çabuk, ama hafif, tuhaf bir sesle, "Afedersiniz madam, ama bayılmak üzereyim. Bir şeyler yemezsem dayanamayacağım," dedi.
Rosemary, "Aman Tanrım, ne kadar düşüncesizim," diyerek zile koştu. "Çay! Hemen çay getirin. Biraz da brendi! Çabuk!"
Hizmetçi çıkınca kız, "Hayır, brendi istemem. Hiç içmem. Bütün istediğim bir fincan çay, madam," diye nerdeyse bağırdı ve gözyaşlarına boğuldu.
Etkili ve büyüleyici bir andı bu. Rosemary koltuğun yanına diz çöktü.
"Ağlama yavrum, ağlama," dedi. Ona dantel mendilini verdi. Sözcüklerle anlatılamayacak kadar duygulanmıştı. Kuş gibi incecik omuzlara sarıldı.
Sonunda kız utanmayı bıraktı, ikisinin de kadın olduklarının dışındaki her şeyi unuttu. Soluk soluğa, "Böyle sürdüremem artık. Dayanamıyorum. Dayana mıyorum, öldüreceğim kendimi. Dayanamıyorum artık," dedi.
"Bunu yapman gerekmeyecek. Sana ben bakacağım. Artık ağlama. Karşılaşmamızın ne kadar iyi olduğunu görmüyor musun? Şimdi çay içeceğiz ve sen bana her şeyi anlatacaksın. Ben sana bir şeyler ayarlayacağım. Söz veriyorum. Ağlamayı bırak lütfen. Tüketir bu seni."
Kız tam zamanında ağlamayı kesti de, Rosemary çay gelmeden ayağa kalkacak zaman buldu. Masayı aralarına koydurdu. Kıza sürekli bir şeyler yediriyordu; sandviç, tereyağı, ekmek. Fincanı her boşaldığında çay, süt ve şekerle dolduruyordu. Şekerin çok besleyici olduğunu hep söylerlerdi. Kendi bir şey yemiyor, sigara içiyor ve kız utanmasın diye nazikçe başka taraflara bakıyordu.
Bu hafif yemeğin etkisi gerçekten şaşırtıcıydı. Çay masası kaldırıldığında, ince, narin gövdeli, dağınık saçlı, al dudaklı, derin, ışıklı gözlü biri ortaya çıkmış, tatlı bir gevşeklikle arkasına yaslanmış, alevlere bakıyordu. Rosemary bir sigara daha yaktı. Başlamanın şimdi sırasıydı.
Yavaşça, "Ne zamandır açsın?" diye sordu.
Tam bu anda kapı tokmağı döndü.
"Rosemary, girebilir miyim?" Gelen Philip'ti.
"Kuşkusuz."
Philip içeri girdi. "A, afedersiniz," dedi ve durup baktı.
"Zarar yok," dedi Rosemary gülümseyerek, "Bu arkadaşım Miss —"
"Smith, efendim," dedi kız gevşekçe. Üstünde tuhaf bir durgunluk vardı. Korkusu geçmişti.
"Smith," dedi Rosemary, "biraz konuşacağız."
"Öyle mi? Güzel." Philip'in gözleri yerdeki palto ve şapkaya takıldı. Şömineye yaklaşıp sırtını ateşe döndü. "Berbat bir gün," dedi. Merakla, kayıtsızca oturan kıza, ellerine, ayaklarındaki botlara, sonra dönüp yeniden Rosemary'ye bakıyordu.
Rosemary heyecan içinde, "Evet, gerçekten çok berbat," dedi.
Philip sevimli gülümsemesiyle güldü. "Aslında senden bir dakika kütüphaneye gelmeni isteyecektim. Miss Smith kusura bakmazsa..."
Kocaman gözler ona bakmaya başladı, ama onun yerine Rosemary yanıtladı: "Bakmaz kuşkusuz." Odadan birlikte çıktılar.
Yalnız kaldıklarında, "Bana bak, kim bu?" diye sordu Philip. "Anlatır mısın neler oluyor?"
Rosemary gülerek kapıya yaslandı. "Onu Curzon Street'te buldum. Gerçekten. O bulunmuş bir kız. Benden bir fincan çay parası istedi, ben de tuttum onu eve getirdim."
Philip bağırarak, "Peki şimdi onunla ne halt edeceksin?" dedi.
Rosemary çabuk çabuk, "Ona iyi davran. Adamakıllı iyi davran. İlgilen onunla. Bilmiyorum nasıl, henüz konuşmadık ama... Bu kıza iyi davran, sevecen ol, kendini iyi hissetsin."
"Sevgili yavrum, sen aklını kaçırmışsın biliyor musun? Bu olacak şey değil."
"Böyle diyeceğini biliyordum. Neden olmasın? Ben istiyorum, bu yetmez mi? Hem her zaman böyle şeyler okumuyor muyuz? Ben karar verdim..."
Philip yavaş yavaş purosunun ucunu keserken,"Ama şaşılacak kadar hoş," dedi.
"Hoş mu?" Rosemary kıpkırmızı oldu. "Öyle mi düşünüyorsun? Hiç aklıma gelmemişti."
Philip bir kibrit çaktı. "Aman tanrım, olağanüstü sevimli. Git yavrum, bir daha bak istersen. Az önce odana girdiğimde afalladım. Neyse... Sanırım korkunç bir hata yapıyorsun. Kabalık ediyorsam özür dilerim sevgilim. Miss Smith'in yemeğe kalıp kalmayacağını söyle de ona göre gazeteme bir göz atayım."
Rosemary, "Saçma yaratık!" dedi ve kütüphaneden çıktı. Ama yatak odasına dönmedi. Çalışma odasına gitti ve masasına oturdu. Demek hoş! Olağanüstü sevimli! Afallamış ha! Kalbi kocaman bir çan gibi vuruyordu. Hoş! Sevimli!
Çek defterini önüne çekti. Hayır, çek işe yaramazdı ki... Bir çekmece açtı ve beş sterlin çıkardı. Şöyle bir bakıp ikisini geri koydu, üçünü avucunda sımsıkı tutarak yatak odasına gitti.
Yarım saat sonra Rosemary girdiğinde Philip hâlâ kütüphanedeydi.
Rosemary yeniden kapıya yaslanıp tuhaf pırıltılı gözlerle ona bakarak, "Sâna, Miss Smith'in yemekte bizimle olmayacağını söylemek istiyorum," dedi.
Philip gazeteyi indirdi. "Ne oldu? Önceden verilmiş sözü mü varmış?"
Rosemary gelip kucağına oturdu. Yumuşacık sesiyle, "Gitmekte diretti. Ben de zavallı yavrucağa biraz para verdim. Zorla tutamazdım ya?" dedi.
Rosemary saçlarını taramış, hafifçe gözlerini boyamış ve incilerini takmıştı. Ellerini uzatıp Philip'in yanaklarına dokundu.
"Beni seviyor musun?" dedi. Tadı kısık sesi içine işledi Philip'in. Ona sıkı sıkı sarılarak, "Korkulacak kadar seviyorum," dedi. "Öp beni."
Bir sessizlik oldu.
Sonra Rosemary rüyada gibi, "Bugün büyüleyici, küçük bir kutu gördüm. Yirmisekiz sterlin. Alabilir miyim?" dedi. Philip onu dizlerinde hoplattı: "Alabilirsin, benim minik savurganım."
Rosemary'nın gerçek söylemek istediği bu değildi. Başını göğsüne yaslayarak, "Philip," diye fısıldadı, "Ben hoş muyum?" ©
İngilizceden çeviren : Şengün Oral

Kaynak:
Mansfield, Katherine. “Bir Fincan Çay”. Adam Öykü 6. (Eylül-Ekim 1996): 12-17.  

“Bir Fincan Çay” ve İki Kadın


                           “Bir Fincan Çay” ve İki Kadın
            Bu yazıda Katherine Mansfield’ın “Bir Fincan Çay” adlı öyküsü çözümlenmeye çalışılacaktır.
“Bir Fincan Çay” Rosemary Fell adlı bir kadının öyküsüdür. Öykülerinde sıradan insanların yaşamlarını sergilemeye çalışan Mansfield, bu öyküde burjuva bir kadınla fakir bir kızın karşılaşmasıyla ortaya çıkan durumları sergilemektedir. Öyküde, asıl kahraman zengin kadının öyküsü, toplumun alt kesiminden bir genç kızın “bir çay saati” içinde varlık kazanmasıyla anlatılır.
Rosemary Fell, ev, çiçekçi dükkanı ve antikacı dükkanındaki davranışlarıyla öykünün temel kurgusunu oluşturur. Genç kadının insanlarla olan ilişkileri ise Antikacı adam, genç kız ve kocası aracılığıyla aktarılır.
            Çiçekçi dükkanında, çiçek alırken söyledikleri, kendine güvenen, çiçekleri seçerken isteklerini açıkça belirten bir kadının beğenisini öne çıkarır. Çiçekçi dükkânı kusursuzdur, Rosemary “göz kamaştırıcı, daha çok gizemli davranışlarla çevreye bakar” ve seçimini yapar. Çiçek alırken sergilediği seçicilik, onların biçimsel özelliklerine verdiği önem onun psikolojisinin yansımasıdır.
            Kadının asıl özelliklerini ortaya çıkaran kişi antikacıdır. Genç kadını, bu mekânda dükkânın içinde ve dükkânın dışında olmak üzere iki boyutta incelemek gerekir. Bu küçük antikacı dükkânının ondan başka müşterisi yoktur, denilebilir. Anlatıcı, bunu “genellikle başkaları olmazdı orda” sözleriyle belirtir. Dükkânın sahibi “ona hizmet etmekten gülünç bir zevk” alır, ellerini ovuşturur, sevinçten dili tutulur. Özellikle, antikalarını değerini bilmeyenlere satmayacağını söylemesi, Rosemary’nin onların değerini bilen tek kişi olduğunun imâsıdır. Satıcı, için genç kadın, eşi bulunmaz bir müşteridir. Kadının kolay ikna edilmesi ve alışverişte müsrif davranması da antikacının işine gelmektedir. Kocasının deyimiyle “savurgan” biridir, Mrs. Fell.
            Antikacı, Rosemary’nin alabileceği nesneleri mavi bir kadifeye koyarak saklamaktadır. O dükkâna geldiğinde, “mavi renkli kadife bohça”dan çıkardığı antikayı, cam tezgahın üzerine koyar. Antikayı bu şekilde sunmak tekrarlanan bir satış yöntemidir. Rosemary, dükkâna geldiğinde adamın sevinçten dilinin tutulması ve ellerini ovuşturması, sonunda tuzağa düşürülen bir avı yakalamanın heyecanıdır.
            Kutunun kapağındaki resimde bir minyatür atmosferi söz konusudur. Antika olduğu söylenen kutu şu şekilde betimlenir: “Kapağında, çiçekli bir ağacın altında duran bir minicik adam, kollarını onun boynuna dolamış daha da minicik bir kız vardı. Kızın ıtır yaprağından daha büyük olmayan, yeşil kurdeleli şapkası bir dala asılmıştı. Başlarının üzerinde, koruyucu melek gibi, pembe bir bulut vardı” (13).
Antikacı, kapağında böyle bir resim olan kutuyu kadının beğeneceğinden emindir. Itır, yeşil kurdele, koruyucu melek ve pembe bulut. Itır ve yeşil kurdele, kadının çiçeklere olan ilgisini; pembe bulut, hayal dünyasını; koruyucu melek ise kendini işaret eden göstergelerdir.
            
Genç kadının nelerden hoşlandığını bilen adam, tam anlamıyla bir düzenbazdır. Bu noktada satıcının amacına ulaşması için üç aşama söz konusudur:
 Birincisi, kadının kutuyu incelerken ellerine hayran olması ve kendine olan güveninin artmasıdır. Diğeri kapağa resmedilmiş kadının giysisindeki çiçekleri, müşterisine tek tek göstermesidir ki ona göre çiçekler büyüleyicidir ve genç kadın bunlara tutulur. Rosemary’nin kutuyu almama olasılığı kalmamıştır, artık. Üçüncü aşama ise, sözde antikanın fiyatının söylenme biçimidir.
Rosemary, bu küçük kutunun fiyatını sorduğunda adam, Genç kadının sorusunu önce duymazdan gelir. Daha sonra, Rosemary’nin kulağına yaklaşarak kutunun fiyatını fısıldar. Böylece, kutunun pahalı olmasının yaratacağı olumsuz etki hafifletilmiş olur. Dükkânda ikisinin dışında kimse yoktur; ama kadının o masalsı atmosferin dışına çıkmasını istemeyen satıcı kısık sesle konuşur. Bunda da kısmen başarılır olur. Kadın, kutu için belirlenen “yirmi sekiz sterlin”i çok bulmasına rağmen kararsız kalmıştır.
            Müşterisini çok iyi tanıyan Antikacı’nın, hedefe giden yoldaki ilk adımı, bu küçük kutuyu onun beğenmesini ve aklının o nesnede kalmasını sağlamaktır ki bunda da başarılı olur. Rosemary dükkândan çıkmadan, “[a]damın başının üstündeki rafta duran tavuğa benzeyen tombul çaydanlığa bakarak, rüyâda bir sesle” (13), kutuyu kendisi için saklamasını ister. Adamın, bir dahaki sefere mavi kadife bohçadan ne çıkaracağı da böylece belirlenmiş olur.
            Dükkânın dışındaki Rosemary Fell, istediği oyuncağı alamamış bir çocuk gibidir. Antikacı dükkânının güvenli ortamından dış dünyanın gerçekliğine geçmiş, başka bir deyişle rüyâdan uyanmıştır. Kış akşamının yağmurlu ve soğuk havası, hüzünlü sokak lambaları, sevimsiz şemsiyelerine sığınan insanların gelip geçişi, onun için bir karmaşadır. Eğer antika kutuyu alabilseydi, bunların hiçbirini önemsememesi, bu karmaşayı görmemesi mümkündür ama alamamıştır. O an için yaşama sevincini kaybetmiş biri gibidir. Kutuyu satın alamadığı için dışarı korkunçtur, bundan kurtulmak için de eve gidip sımsıcak bir çay içmeyi düşünür. Çay içmek sözleriyle, dükkândan çıktıktan sonraki zaman dilimi belirlenmiş olur. Öğleden sonra girdiği antikacı dükkânından akşamüzeri çıkmıştır. Evine gidip çay içmeyi düşündüğü sırada, ondan bir fincan çay parası isteyen bir genç kızla karşılaşır. Bir an düşündükten sonra çay içmek için kızı evine davet eder. Kadının hiç tanımadığı birini çay saatinde eve getirmesi, sohbet edebileceği birini bulması ve oyalanacak bir şeyler bulması açısından daha da önem kazanır.
            Genç kız ve Rosemary arasındaki sahneyi ise iki alt sahneye ayırmak gerekir. Birincisi Rosemary ile genç kızın eve gelişlerini ve Rosemary’nin kocası gelmeden önce sergilediği konukseverliğini, ikinci sahne ise Rosemary’nin kocası geldikten sonra değişen tutumunu anlatır.
            Fakir kızın, böyle bir şey istemesi, Rosemary’i şaşırtır. Antikacı dükkânından çıktıktan sonra böyle bir durumla karşılaşması onun için yeni bir serüvendir. Genç kız, onun hevesi geçene kadar oynayacağı bir oyuncak, bir tür tutsaktır. “Dostoyevski romanından çıkagelmişti” sözleriyle tanımladığı bu kıza, kitaplarda okuduğu gibi davranmak onun için heyecan vericidir. Fakir kızın hayat hikâyesini öğrenmek de bu heyecanı artıracak başka bir öğedir. Öte yandan, fakir kıza iyilik perilerinin gerçek olduğunu, zenginlerin kalpsiz olmadığını ve bütün kadınların kardeş olduğunu kanıtlayacağını söyler.
            Rosemary Fell’in “[b]en daha şanslıysam, bunu sen de umabilirsin” (14) sözleri çay saati oyununda söylenen sıradan bir sözdür. Fakir kızın tek yapabileceği şey ummaktır ki bu hayalciliktir. Rosemary ise şanslı ve zengindir, bu da bir gerçektir.
 Zengin kadının oynamak istediği oyun şu şekilde açıklanabilir: Fakir kıza, kendi yaşamından bir parça zenginlik bağışlamak; bunun karşılığında da onun hikâyesini dinleyerek heyecanlı bir çay saati geçirmektir. Bu olay kendisi için çok önemli bir deneyim olacak ve bunu bütün arkadaşlarına anlatacaktır. Onların yaşamadıkları bir macerayı yaşadığı için de diğerlerinden farklı olacaktır.
            Kadın, kıza merak dışında herhangi bir duygu yüklemez; yalnızca küçük kutuyu satın alamadığı için onun yerine fakir kızı eve getirmiştir. Zengin kadın, şu anda küçük kutunun kapağındaki pembe bulut gibi koruyucu melek rolünü oynamaktadır.
            Zengin kadın, eve getirdiği konuğu sayesinde görmezden geldiği dünyasını yeniden keşfetmiştir. Bütün bunları yaparken “[k]endini açılacak dolaplar ve paketler arasında bulan küçük bir zengin kızı gibi” (14) düşünmektedir.
            Konuk olan kızın şaşkınlıklığı arttıkça, o bunu görmezden gelerek daha da mutlu olmaktadır. Artık farkına varamadığı bu zenginlik, bu ihtişam,  ilginç konuk sayesinde yeniden belirginleşmekte ve Rosemary’ye daha büyük bir coşku vermektedir. Kızı eve getirmekteki amacı ona bir şeyle ikram etmektir; ama kız “bir şeyler yemezsem dayanamayacağım” (15) diyene kadar ona yiyecek ve içecek vermek Rosemary’nin aklına gelmez. Fakir kız, karnını doyurduktan sonra yaşamını sürdüremeyeceğini söyleyerek ağlar. Bunun üzerine Mrs. Fell ondan her şeyi anlatmasını ister. Böylece ona yardım edebilecektir, bu sözlerle koruyucu melek rolünü sürdürdüğünü gösterir.
            Genç kız karnını doyurduktan sonra, “ince narin gövdeli, dağınık saçlı, al dudaklı, derin, ışıklı gözlü” (16) birine dönüşür. Rosemary, kocasını fakir kızla tanıştırıncaya kadar kızın adını bilmemektedir. Bunun nedeni ise kızın onun için bir nesneden farkının olmamasıdır. Philip Fell, önce kabul etmediği bu fakir konuğun “şaşılacak derecede hoş olduğunu” söylediği anda Rosemary kocasının bu düşüncesine şaşırır. Onun kendinden daha güzel olmasından rahatsız olmuştur. Nesne olan kız, birdenbire bir canlıya dönüşmüştür. Üstelik kadın da bunun farkına varmıştır.
            Bir erkeğin, özellikle de kocasının onu beğenmesi, Rosemary’nin Miss Smith’e verdiği şansı elinden alması anlamına gelir. Miss Smith, koruyucu meleğini kaybetmiş; Mrs. Fell ise onu, kocasını elinden alabilecek bir rakip olarak görmeye başlamıştır. Bu genç kız sayesinde bir macera yaşamak isteyen zengin kadın, birdenbire onu kıskanmaya başlar. Oysa genç kızın hiçbir şeyden haberi yoktur, o hâlâ rüyâda gibidir.
            Zengin kadının, kıza üç sterlin verip onu göndermesi, genç kızın geldiği kaosa, gerçek dünyaya geri dönmesi demektir. Rüyâ bitmiştir, umutlanmasına yol açacak bir durum da kalmamıştır, artık.
            Herkes kendi yaşamına döner. Zengin olması Mrs. Fell’in fakir kızı kıskanmasına engel olamaz. Mrs. Fell, bu kez Miss Smith aracılığıyla kendini görmüştür. Bu duygularından kurtulmak için süslenir. Aslında merak ettiği şey kocasının hâlâ onu beğenip beğenmediğidir. Rosemary’nin, kocasından yirmi sekiz sterlin istemesi ise antikacı dükkânında, çizilmeye başlanan çemberin tamamlaması anlamına gelmektedir. Bu döngünün tamamlanması sırasında son anda ortaya çıkan durumlar ise Rosemary’nin içindeki şüpheyi canlı kılacaktır.
            Fakir kız, zengin kadına içinde olduğu başka bir oyunu hatırlatıp onun yeniden mutlu olmasını sağlamıştır.

            Bu çözümlemenin ardından metindeki karşıtlıklara baktığımızda, bunların olay örgüsünün ilerleyişine nasıl bir katkı sağladığı daha iyi anlaşılır. Antikacı, solgun ve kansız parmakları olan kurnaz bir adamdır. Mrs. Fell ise adamın niyetini anlayamayan, pembe canlı parmakları olan biridir.
     Tablo 1                 
Antikacı Dükkânı

Antikacı Dükkânının Dışı-Sokak
Sığınak,
güvenli bir yer
Güvensiz
Aydınlık
Karanlık
Rüyâ atmosferi, dinginlik
Gerçek, kaos
Dükkânın basamakları
Kaldırım-sokak
Antikacı Dükkânı, Mrs. Fell için güvenli bir yerdir ve muhtemelen oradan her çıkışında kendini oyalayacak bir şeyler almaktadır. Dükkânın sessiz ve aydınlık oluşu, kadının düşsel boyuta geçişini sağlayan bir atmosfer yaratır.
Çiçekçi, antikacı ve evi arasında yaşayan zengin kadın, antika kutuyu alamayınca dengesini kaybetmiş, bu düzenin dışında kalmıştır.
Buna karşılık dışarı, karanlık ve tehlikelidir. İçerinin yapay aydınlığının tersine, dış dünyanın realitesi kadının basamaklarda kalmasına neden olur.





     Tablo 2
Mrs. Fell
Miss. Smith
Zengin
Fakir
Kadın
Kız
Avcı
Av
Efendi
Tutsak
Serüven (heyecan)
Korku
Şanslı
Şansız(Umut edebilir)
Güzel değil
Hoş, sevimli
Gül
Bodur Lale
Leylak (şekilsiz çiçek)
Leylak
Gül Lale 
Zengin kadındaki niteliklerin, hiçbiri fakir kızda yoktur. Bu kez Antikacı adamın yerine Mrs. Fell geçmiştir; av ise Miss Smith’tir. Tablo 2’ye baktığımızda öykü kişileri arasındaki karşıtlıkların birbirini nasıl dengelediğini görebiliriz. Birincisi şanslıdır; ama diğeri yalnızca umabilir. Öykünün sonuna doğru, şanslı ve zengin olan, güllerle eş değerde tutulabilecek avcı, birdenbire bu nicel özelliklerinin yaratamadığı bir fark yüzünden bozguna uğrar.        Miss Smith’in her şeye rağmen Mrs. Fell’den daha güzel, daha hoş olduğu gerçeğidir, bu.
  Leylâkla kendini hiçbir şekilde özdeşleştiremeyen hatta hiç satın almayan   
Rosemary, birdenbire şekilsiz bir çiçeğe dönüşür.
Öyküdeki bu karşıtlıklardan sonra olay örgüsü incelendiğinde sahne geçişlerinin imgelerle sağlandığı görülür.



Olay örgüsü ve sahne geçişleri
Rosemary Fell (Bitki adı) : Zengin, evli, kocası ona tapıyor. Bir erkek çocukları var
1.Sahne: Regent Street:
 Pahalı mağazaların olduğu bir cadde ®Çiçekçi
“Rosemary dükkânın içinde göz kamaştırıcı, daha çok gizemli davranışlarla çevreye bakar, “‘Şunları, şunları istiyorum’ derdi. [...] Hayır, leylak olmaz. Leylakları hiç sevmem. Şekilsiz çiçeklerdir.” (12). Kadının, leylâkları sevmemesinin nedeni bu çiçeklerin uzun saplı olmasıdır. O kısa olanları tercih eder; çünkü kendisi de kısa boyludur.

     İmge1

 dört buket, bir vazo gül, bodur lâleler (kırmızı beyaz)             
 “[B]eyaz kağıda sarılmış, uzun giysili bir bebeğe benzeyen” (12), çiçekler sözleriyle bir sonraki çerçeveye geçiş sağlanır.

2. Sahne: Curzon Street, Kış günü öğleden sonra ®
Antikacı Dükkânı, güvenli bir yer
             Antikacı: Yumuşak saygılı bir sesle “Bakınız Madam” diyen biri.
Başlarının üzerinde, koruyucu melek gibi, pembe bir bulut vardı.” “‘Büyüleyici!’ Rosemary çiçeklere tutuldu. Ama kaçaydı? [...] Yirmi sekiz sterlin. İnsan zengin bile olsa” (13).
İmge Antikacı 1
Mavi kadife bohça, cam tezgah ® kaymağa batırılmış gibi parıldayan nefis bir emaye kutu  
İmge Antikacı-2
Kapağında, çiçekli bir ağacın altında duran minicik bir adam, kollarını onun boynuna dolamış daha da minicik bir kız.  
İmge Antikacı-3
Kızın, ıtır yaprağından daha büyük olmayan, yeşil kurdeleli şapkası bir dala asılmış.   
İmge Antikacı-4
Başlarının üzerinde, koruyucu melek gibi, pembe bir bulut.      
Antika kutunun kapağına resmedilmiş çiçeklere tutulması, Mrs. Fell’in çiçeklere olan tutkunluğunun başka bir göstergesidir. Üstelik resmin yarattığı atmosferin/oyunun içinde kendini ve kocasını hayal etmektedir.



3. Sahne:Antikacı dükkânının dışı-sokak

Sokak-İmge 1

Basamaklar ® Yağmur, karanlıkta yağmurla birlikte is gibi döne döne iniyor.
Sokak lambaları (hüzünlü )   ® karşıki evlerdeki ışıklar da hüzünlü             
                        İçinde tuhaf bir acı duydu.
“Alacakaranlıktaki bu karşılaşma, sanki bir Dostoyevski romanından çıkagelmişti. Kızı eve götürse? Sık sık kitaplarda okuduğu ya da sahnede gördüğü gibi davransa ne olurdu? Ne heyecanlı olacaktı?” (14)

Sokak-İmge 2

Yanı başında genç, esmer, gölge gibi bir kız (siluet)
Bu masal atmosferinin etkisinde kalan kadın, bir roman kahramanı gibi davranmaktadır. Fakir kız da alacakaranlıkta beliren bir siluettir. Dolayısıyla onun bir kimliği yoktur.

4. Sahne: Zengin kadının evi – Çay Saati

İmge Ev 1

Sıcaklık, yumuşaklık, ışık ve hoş kokular.
Şimdi hepsine kızın gözüyle bakıyordu, büyüleyiciydi.                                                                             
Kendini açılacak dolaplar ve paketler arasında bulan küçük zengin bir kız gibiydi, Rosemary Fell.

a) Kocasıyla konuşurken söyledikleri:
“Ona iyi davran. Adamakıllı iyi davran. İlgilen onunla.[...] Bu kıza iyi davran, sevecen ol, kendini iyi hissetsin.” (16)
Mrs. Fell, bu sözleri söylerken onun varlık kazanmasından daha çok herhangi bir nesne olarak sevilmesinden yanadır. Genç kız, eve alınmış güzel bir çiçek ya da antika kutudan farksızdır.

İmge Ev 2
(Miss Smith’in nesneden özneye dönüşmesi)
® Çay masası kaldırıldığında, ince narin gövdeli, dağınık saçlı, al dudaklı, derin, ışıklı gözlü biri ortaya çıkmış, tatlı bir gevşeklikle arkasına yaslanmış, alevlere bakıyordu.
Philip Fell (Kocası)
Yatak Odası. Tam bu anda kapı tokmağı döndü. [...] Gelen Philip’ti (16).
Kütüphane ® (Philip’in kız için söyledikleri) Ama şaşılacak kadar hoş. Aman tanrım, olağanüstü sevimli (16).

b) Kocasıyla konuştuktan sonraki düşünceleri:
Rosemary Tell “‘Saçma yaratık!’ dedi ve kütüphaneden çıktı. [...] Demek hoş! Olağanüstü sevimli! Afallamış ha! Kalbi kocaman bir çan gibi vuruyordu. Hoş! Sevimli!”(17)
Miss.Smith’in kocası tarafından beğenilmesi, onun nesneden özneye dönüşmesidir. Erkeğin bu farklı algılaması zengin kadının, nesne-konuğuna olan yaklaşımını da değiştirir. Onunla artık işi bitmiş, kocasının onunla ilgili düşüncelerinden rahatsız olmuştur. Genç kızı kıskanmaktadır. Genç kızın gördüğü düş, üç sterlin verilerek gönderilmesiyle sona ermiştir.

c) Miss Smith'i gönderdikten sonraki düşünceleri:
 “ ‘Beni seviyor musun?’ dedi. [...] Başını göğsüne yaslayarak, ‘Philip’, diye fısıldadı, ‘Ben hoş muyum?’” (17)
            “Bir Fincan Çay” adlı öyküde, burjuva bir kadının öğleden sonrası anlatılmaktadır. Burjuva kültürüne yöneltilen eleştiriler, Mrs. Fell’in budalalığında somutlaştırılmakta; fakir, çaresiz ama güzel ve akıllı olanlar ise Miss Smith’in bünyesinde anlatılmaktadır. Dolayısıyla farklı iki kesimden iki kadının yaşama alanlarının kesiştiği noktada ortaya çıkan durum öyküleştirilmektedir. Mrs. Fell, öykünün başında zengin bir kadın, bir özneyken; öykünün sonunda nesnelerin egemen olduğu bir yaşamı, başka bir deyişle oyuncakları olan bir kadına dönüşür. Yazar, özne olarak tanıttığı zengin kadının yaşamındaki diğer nesnelerden bir farkı olmadığını gösterir. Öte yandan, bir siluet, bir nesne olarak alacakaranlıkta öyküye giren Miss Smith, yoksulluğu, açlığı, acıları ve giysileriyle bir insandır.
Mrs. Fell’in dünyasındaki ihtişam, Miss Smith’in yaşamındaki hüzünlü sokak lambalarına karşılık gelir. Onun, bir fincan çay içecek parası yokken; diğerinin yirmi sekiz sterlini yoktur. Ancak zengin olan fakir kız gibi şöminenin karşısında oturup alevleri seyredemez. Mrs. Fell’in zenginliğini işaret eden göstergeler onu esir almışken; fakir kızın paltosu, botu ve şapkası yalnızca bir giysidir, onu ele geçirememişlerdir. Bu nedenledir ki Philip Fell’in bile nedenini anlayamadığı derecede hoş ve sevimlidir, fakir kız.
            Öykünün sonunda, fakir kız için beş sterlin çok görülür ve üç sterlin verilip gönderilir, böylece onun zengin kadının yaşamında yer alması engellenmiş olur. Kullanılıp atılan bir nesneye dönüşmüştür yeniden.
            Öykünün tamamında niteleme sözcüklerinin çok kullanılması, öykünün bir hareketten çok öykü kişilerinin zihinsel algılamalarını anlatan durağan yapısını gösterir. Yazarın, anlatıcı aracılığıyla aktardığı kadın; her gün karşılaştığı gösteriş budalası insanlardan biri olabilir. Karakterin oluşumunu sağladığı sahnelere ait sözler ve kullanılan imgeler öykünün-olay örgüsünün belirgin bir şekilde yükselmesini sağlamaktadır.
            Anlatıcı, öykünün başında Rosemary Fell’in güzel sayılamayacağını, “parça parça” bakıldığında hoş sayılabileceğini belirtir. Öykünün sonunda, fakir kızın varlığı onun güzelliğinin belirleyicisi olacaktır. Miss Smith, bütün olarak güzeldir ve Rosemary’nin çirkinliği fakir kızın betimlenmesiyle bir kez daha vurgulanır. Yazar, hakkında hiçbir şey söylemediği Miss Smith’in öyküsünün oluşturulmasını ya da  siluetinin çizilmesini ise okuyucuya bırakmıştır.
Zengin olan şanslıdır ama güzel değildir; fakir olan umutsuzdur ama güzeldir.
Kaynak:
Mansfield, Katherine. “Bir Fincan Çay”. Adam Öykü 6. (Eylül-Ekim 1996): 12-17.

Ahmet Haşim: Şiiri ve Hayatı

Şairlerin En Garibi: Ahmet Hâşim*                               Yapı Kredi Yayınları, Abdülhak Şinasi Hisar’ın bütün eserlerini yayımla...