Katherine Mansfield etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Katherine Mansfield etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Katherine Mansfield Bir Fincan Çay


Katherine Mansfield


Bir Fincan Çay
ROSEMARY Fell pek güzel sayılmazdı. Yok, ona güzel diyemezdiniz. Peki,
hoş muydu? Parça parça bakarsanız... Ama niye birini parçalara ayıracak
kadar kıyıcı olalım? Gençti, pırıltılıydı, tam anlamıyla çağa uygundu, çok iyi giyinirdi, yeni kitapların en yenilerini şaşılacak kadar iyi okumuştu. Verdiği partiler gerçekten önemli kişilerle sanatçıların, son derece hoş bir karışımıydı. Rosemary'nin ortaya çıkardığı bu sanatçıların bir bölümünü sözcüklerle anlatmak bile ürkütücüydü. Bir bölümü ise, insan içine çıkabilir, oldukça hoş, tuhaf yaratıklardı.



Rosemary iki yıldır evliydi. Fıstık gibi bir oğlu vardı. Yo, Peter değil, Michael. Kocası ona tam anlamıyla tapıyordu. Zengindiler, gerçekten zengin. Öyle dedemden kalma küflenmiş, bayat bir "hali vakti yerinde" ile anlatılacak gibi değil...
Eğer Rosemary alışverişe çıkmak isterse, sizin-benim gibi Bond Street'e değil, Paris'e giderdi. Eğer çiçek almak isterse, arabayı Regent Street'teki şu kusursuz çiçekçiye çekerdi. Rosemary dükkânın içinde göz kamaştırıcı, daha çok, gizemli davranışlarla çevreye bakar, "Şunları, şunları, şunları istiyorum," derdi. "Şunlardan dört buket verin, bir vazo da gül. Evet, o vazodaki bütün gülleri alıyorum.
Hayır, leylak olmaz. Leylakları hiç sevmem. Şekilsiz çiçeklerdir." Görevli başıyla onaylayarak, yaşamdaki tek gerçek buymuş gibi leylakları göz önünden kaldırırdı. Leylaklar son derece şekilsizdiler. "Bana şu bodur laleleri verin, kırmızı-beyazları..." Sonra arabaya giderken, incecik bir çırak kız, beyaz kâğıda sarılmış,uzun giysili bir bebeğe benzeyen, kucak dolusu çiçeklerin ağırlığıyla sendeleyerek
onu izlerdi.
Bir kış günü öğleden sonra, Curzon Street'te küçük bir antikacı dükkânında alışveriş yapıyordu. Bu dükkânı severdi. Genellikle başkaları olmazdı orda. Antikacı da ona hizmet etmekten gülünç bir zevk alıyordu. Rosemary'nin her gelişinde adam ışıklar saçar ve ellerini ovuştururdu. O kadar sevinirdi ki sanki dili tutulurdu. Pohpohlamak için kuşkusuz. Ama davranışında öyle bir şey vardı ki...
Yumuşak ve saygılı bir sesle, "Bakınız madam," derdi, "antikalarımı seviyorum. Onları değerbilmez birine satmaktansa elimde tutarım daha iyi. Böyle ince duyguları olanlar da pek sık bulunmuyor." Sonra derin bir soluk alarak mavi kadifeden minik bir bohça açar, solgun parmaklarıyla cam tezgâha yayardı.
Bu kez, bu küçük bir kutuydu. Adam bunu Rosemary için saklıyordu. Daha kimseye göstermemişti. Kaymağa batırılmış gibi parıldayan nefis bir emaye kutu.

Kapağında, çiçekli bir ağacın altında duran minicik bir adam, kollarını onun boynuna dolamış daha da minicik bir kız vardı. Kızın, ıtır yaprağından daha bü yük olmayan, yeşil kurdeleli şapkası bir dala asılmıştı. Başlarının üzerinde, koru yucu melek gibi, pembe bir bulut vardı. Rosemary uzun eldivenlerini çıkardı. Böyle şeyleri incelerken eldivenlerini hep çıkarırdı. Evet, bundan hoşlandı. Sevdi kutuyu. Çok şirindi. Onu almalıydı. Kaymak gibi kutuyu elinde evirip çevirip açıp kaparken, ellerinin mavi kadife üzerinde ne kadar çekici durduklarını görmeden edemedi. Antikacı da aklının uzak bir köşesinden aynı düşünceyi geçirmeye kalkışmış olabilirdi. Adam eline bir kalem alıp tezgâhın üzerine eğildi. Solgun, kansız parmaklarını çekinerek onun pembe, canlı parmaklarına yaklaştırıp nazikçe mırıldandı; "izninizle madam, hanımın giysisindeki çiçekleri gösterebilir miyim?"
"Büyüleyici!" Rosemary çiçeklere tutuldu. Ama kaçaydı bu? Antikacı bir an için duymamış gibi davrandı. Sonra Rosemary'nin kulağına hafif bir fısıltı geldi: "Yirmi sekiz sterlin, madam."
"Yirmi sekiz sterlin." Rosemary sesini çıkarmadı. Kutuyu bıraktı, eldivenlerini giyip düğmeledi. Yirmi sekiz sterlin. İnsan zengin bile olsa... Kararsız görünüyordu. Adamın başının üstündeki rafta duran tavuğa benzeyen tombul çaydanlığa bakarak, rüyada gibi bir sesle : "Kutuyu benim için saklar mısınız lütfen?" dedi. "Ben sonra..."
Sanki kutuyu onun için saklamak çok olağan bir şeymiş gibi antikacı önünde eğilmişti bile. Kuşkusuz kutuyu onun için sonsuza kadar seve seve saklayacaktı.
Dükkânın güvenli kapısı tık dedi, örtüldü. Rosemary kış akşamına bakarak dışarda, basamakta durdu. Yağmur yağıyordu. Karanlık da yağmurla birlikte, is gibi, döne döne iniyordu. Havada soğuk, acı bir tat vardı. Yeni yanmış sokak lambaları hüzünlüydü. Karşı evlerdeki ışıklar da hüzünlüydü. Bir şeylere tasalanmış gibi donuktular, insanlar sevimsiz şemsiyelerinin altına sığınmış, hızlı hızlı geçip gidiyorlardı. Rosemary içinde tuhaf bir acı duydu. Manşonunu bağrına bastı. Keşke o küçük kutu elinde olsaydı da ona da sarılsaydı. Kuşkusuz arabası ordaydı. Yalnızca kaldırımı geçmesi gerekiyordu. Ama o hâlâ duruyordu. Hayatta öyle anlar, öyle müthiş anlar olur ki... Hani bir sığınaktan çıkıp çevreye bakarsınız, dışarısı korkunçtur. Buna izin vermemeli, eve gidip sımsıcak bir çay içmeli. Tam bunu düşünürken, yanı başında genç, esmer, gölge gibi bir kız belirdi. Nerden çıktı bu kız? İç çekmeye veya ağlamaya benzer bir sesle : "Size bir şey söyleyebilir miyim, madam?" diye fısıldadı.
"Bana mı?" Rosemary döndü. Sudan yeni çıkmış gibi titreyen, soğuktan kızarmış elleriyle yakasını kapayan, oldukça genç, hemen hemen kendi yaşında, kocaman gözlü, kavruk birini gördü.
"Madam," diye kekeledi, "bana bir fincan çay parası verebilir misiniz lütfen?"
"Bir fincan çay mı?'1' Kızın sesinde yalın, içten bir şey vardı. Dilenci sesine hiç benzemiyordu. "Hiç mi paran yok?" diye sordu Rosemary.
"Hiç, madam."
"Ne değişik!" Pusun içinden ona baktı. Kız da bakıyordu. "Değişik"ten de öte. Rosemary'ye bu birdenbire serüven gibi geldi. Alacakaranlıktaki bu karşılaşma, sanki bir Dostoyevski romanından çıkagelmişti. Kızı eve götürse? Sık sık kitaplarda okuduğu ya da sahnede gördüğü gibi davransa ne olurdu? Ne heyecanlı olacaktı. "Onu alıp eve getirdim," dediğinde arkadaşlarının şaşkınlığını görür gibi
oldu. ilerleyip, yanında, yarı karanlıktaki kıza : "Bize çaya gel," dedi.
Kız korkup geri çekildi. Bir an için titremesi bile durdu. Rosemary elini uzatıp kızın koluna dokundu. Gülümseyerek, "Gerçekten," dedi ve gülümsemesinin ne kadar yalın ve dostça olduğunu hissetti. "Niye gelmeyesin? Gel. Şimdi benimle arabaya bin. Eve gidip çay içelim."
"Bunu gerçekten istemiyorsunuz değil mi efendim?" Sesinde acı vardı.
"İstiyorum. Gerçekten istiyorum. Hatırım için gel."
Kız parmaklarını dudaklarına götürdü. Sıkıntı içinde Rosemary'ye bakarak, "Şey, karakola götürmüyorsunuz ya?" diye kekeledi.
"Karakol mu?" Güldü Rosemary, "Niye bu kadar acımasız olayım? Yalnızca seni biraz ısıtmak ve anlatacaklarını dinlemek istiyorum. Anlatmak istersen, kuşkusuz..."
Açlar kolay yönetilir. Uşak arabanın kapısını açtı. Bir an sonra, sisin pusun içine karışıp gittiler.
"İşte!" dedi Rosemary. Elini arabanın kadife tutacağına geçirirken içini utku duygusu kapladı. Ağa düşürdüğü küçük tutsağına baktığında, "Şimdi seni elime geçirdim," de diyebilirdi. Bunu dostça düşünüyordu kuşkusuz. Hatta "dostça" dan da öte... Ona hayatta inanılmaz şeylerin olduğunu, iyilik perilerinin gerçek olduğunu, zenginlerin kalpsiz olmadığını, bütün kadınların kardeş olduklarını kanıtlayacaktı. Birden döndü ve, "Korkma," dedi. "Hem neden benimle gelmeyeceksin ki? İkimiz de kadınız. Ben daha şanslıysam, bunu sen de umabilirsin..."
İyi ki tam bu anda araba durdu. Yoksa cümlesini nasıl tamamlayacağını bilemiyordu. Zil çaldı, kapı açıldı. Rosemary zarif, koruyucu, nerdeyse kucaklayan bir hareketle onu içeri, hole soktu. Sıcaklık, yumuşaklık, ışık ve hoş kokular.
Rosemary bütün bunlara o kadar alışıktı ki farkına bile varmazdı. Şimdi hepsine kızın gözüyle bakıyordu, büyüleyiciydi. Kendini açılacak dolaplar ve paketler arasında bulan küçük zengin bir kız gibiydi.
"Gel. Yukarı gel," dedi. Eli açıklığa bir an önce başlamak istiyordu. "Gel odama çıkalım." Bu zavallıcığı hizmetçilerin bakışlarından da kurtarmalıydı.
Merdivenlerden çıkarken Jeanne'i bile çağırmamaya karar verdi. Giysilerini kendi kendine çıkarabilirdi. Doğal olmak ne güzeldi!.. 
Şöminenin yalazının, güzelim lake mobilyaların, altın yaldızlı yastıkların, pembe-mavi halıların üzerinde oynaştığı, perdesi inmiş, büyük, güzel yatak odasına girince Rosemary yeniden, "İşte!" dedi.
Kız kapının ağzında durdu. Gözleri kamaşmış gibiydi. Rosemary buna aldırış etmedi. Büyük koltuğu ateşe yaklaştırarak, "Gel otur, rahatına bak," dedi. "Gel ısın. Çok üşümüşsün." Kız geri geri giderek, "Yapamam efendim," dedi.
Rosemary, "Haydi, lütfen," diyerek ona yaklaştı. "Korkma. Korkmamalısın gerçekten. Şu üstümü bir değiştireyim, yan odaya geçer, çay içer söyleşiriz. Niye korkuyorsun?" İncecik gövdeyi hafifçe içeri, koltuğun derinlerine doğru itti.



Desen : Semih Poroy
Kız sessizdi, bıraktığı gibi, elleri iki yanında, ağzı hafifçe açık, duruyordu. Doğrusu, oldukça aptal görünüyordu, ama Rosemary bunu fark etmedi. "Şapkanı çıkarmayacak mısın? Güzelim saçların sırılsıklam. İnsan şapkasız daha rahat eder, değil mi?" diyerek üzerine eğildi. Kız, "Peki efendim," gibi bir şeyler fısıldadı. Şekli kaçmış şapkayı başından çıkardı. Rosemary, "Paltonu da alayım," dedi.
Kız ayağa kalktı ama bir eliyle koltuğa tutundu. Rosemary paltoyu çekmeye başladı. Bu zor bir işti. Kız ona hiç yardım etmiyordu. Ayakta çocuk gibi sendeliyordu. "İnsan yardım istiyorsa biraz da kendi çabalamalı. Yoksa işler çok güç olur," diye bir düşünce geçti Rosemary'nin aklından. Şimdi paltoyu ne yapacaktı? Şapkayla birlikte yere bıraktı. Sigara almaya şömineye giderken, kız çabuk çabuk, ama hafif, tuhaf bir sesle, "Afedersiniz madam, ama bayılmak üzereyim. Bir şeyler yemezsem dayanamayacağım," dedi.
Rosemary, "Aman Tanrım, ne kadar düşüncesizim," diyerek zile koştu. "Çay! Hemen çay getirin. Biraz da brendi! Çabuk!"
Hizmetçi çıkınca kız, "Hayır, brendi istemem. Hiç içmem. Bütün istediğim bir fincan çay, madam," diye nerdeyse bağırdı ve gözyaşlarına boğuldu.
Etkili ve büyüleyici bir andı bu. Rosemary koltuğun yanına diz çöktü.
"Ağlama yavrum, ağlama," dedi. Ona dantel mendilini verdi. Sözcüklerle anlatılamayacak kadar duygulanmıştı. Kuş gibi incecik omuzlara sarıldı.
Sonunda kız utanmayı bıraktı, ikisinin de kadın olduklarının dışındaki her şeyi unuttu. Soluk soluğa, "Böyle sürdüremem artık. Dayanamıyorum. Dayana mıyorum, öldüreceğim kendimi. Dayanamıyorum artık," dedi.
"Bunu yapman gerekmeyecek. Sana ben bakacağım. Artık ağlama. Karşılaşmamızın ne kadar iyi olduğunu görmüyor musun? Şimdi çay içeceğiz ve sen bana her şeyi anlatacaksın. Ben sana bir şeyler ayarlayacağım. Söz veriyorum. Ağlamayı bırak lütfen. Tüketir bu seni."
Kız tam zamanında ağlamayı kesti de, Rosemary çay gelmeden ayağa kalkacak zaman buldu. Masayı aralarına koydurdu. Kıza sürekli bir şeyler yediriyordu; sandviç, tereyağı, ekmek. Fincanı her boşaldığında çay, süt ve şekerle dolduruyordu. Şekerin çok besleyici olduğunu hep söylerlerdi. Kendi bir şey yemiyor, sigara içiyor ve kız utanmasın diye nazikçe başka taraflara bakıyordu.
Bu hafif yemeğin etkisi gerçekten şaşırtıcıydı. Çay masası kaldırıldığında, ince, narin gövdeli, dağınık saçlı, al dudaklı, derin, ışıklı gözlü biri ortaya çıkmış, tatlı bir gevşeklikle arkasına yaslanmış, alevlere bakıyordu. Rosemary bir sigara daha yaktı. Başlamanın şimdi sırasıydı.
Yavaşça, "Ne zamandır açsın?" diye sordu.
Tam bu anda kapı tokmağı döndü.
"Rosemary, girebilir miyim?" Gelen Philip'ti.
"Kuşkusuz."
Philip içeri girdi. "A, afedersiniz," dedi ve durup baktı.
"Zarar yok," dedi Rosemary gülümseyerek, "Bu arkadaşım Miss —"
"Smith, efendim," dedi kız gevşekçe. Üstünde tuhaf bir durgunluk vardı. Korkusu geçmişti.
"Smith," dedi Rosemary, "biraz konuşacağız."
"Öyle mi? Güzel." Philip'in gözleri yerdeki palto ve şapkaya takıldı. Şömineye yaklaşıp sırtını ateşe döndü. "Berbat bir gün," dedi. Merakla, kayıtsızca oturan kıza, ellerine, ayaklarındaki botlara, sonra dönüp yeniden Rosemary'ye bakıyordu.
Rosemary heyecan içinde, "Evet, gerçekten çok berbat," dedi.
Philip sevimli gülümsemesiyle güldü. "Aslında senden bir dakika kütüphaneye gelmeni isteyecektim. Miss Smith kusura bakmazsa..."
Kocaman gözler ona bakmaya başladı, ama onun yerine Rosemary yanıtladı: "Bakmaz kuşkusuz." Odadan birlikte çıktılar.
Yalnız kaldıklarında, "Bana bak, kim bu?" diye sordu Philip. "Anlatır mısın neler oluyor?"
Rosemary gülerek kapıya yaslandı. "Onu Curzon Street'te buldum. Gerçekten. O bulunmuş bir kız. Benden bir fincan çay parası istedi, ben de tuttum onu eve getirdim."
Philip bağırarak, "Peki şimdi onunla ne halt edeceksin?" dedi.
Rosemary çabuk çabuk, "Ona iyi davran. Adamakıllı iyi davran. İlgilen onunla. Bilmiyorum nasıl, henüz konuşmadık ama... Bu kıza iyi davran, sevecen ol, kendini iyi hissetsin."
"Sevgili yavrum, sen aklını kaçırmışsın biliyor musun? Bu olacak şey değil."
"Böyle diyeceğini biliyordum. Neden olmasın? Ben istiyorum, bu yetmez mi? Hem her zaman böyle şeyler okumuyor muyuz? Ben karar verdim..."
Philip yavaş yavaş purosunun ucunu keserken,"Ama şaşılacak kadar hoş," dedi.
"Hoş mu?" Rosemary kıpkırmızı oldu. "Öyle mi düşünüyorsun? Hiç aklıma gelmemişti."
Philip bir kibrit çaktı. "Aman tanrım, olağanüstü sevimli. Git yavrum, bir daha bak istersen. Az önce odana girdiğimde afalladım. Neyse... Sanırım korkunç bir hata yapıyorsun. Kabalık ediyorsam özür dilerim sevgilim. Miss Smith'in yemeğe kalıp kalmayacağını söyle de ona göre gazeteme bir göz atayım."
Rosemary, "Saçma yaratık!" dedi ve kütüphaneden çıktı. Ama yatak odasına dönmedi. Çalışma odasına gitti ve masasına oturdu. Demek hoş! Olağanüstü sevimli! Afallamış ha! Kalbi kocaman bir çan gibi vuruyordu. Hoş! Sevimli!
Çek defterini önüne çekti. Hayır, çek işe yaramazdı ki... Bir çekmece açtı ve beş sterlin çıkardı. Şöyle bir bakıp ikisini geri koydu, üçünü avucunda sımsıkı tutarak yatak odasına gitti.
Yarım saat sonra Rosemary girdiğinde Philip hâlâ kütüphanedeydi.
Rosemary yeniden kapıya yaslanıp tuhaf pırıltılı gözlerle ona bakarak, "Sâna, Miss Smith'in yemekte bizimle olmayacağını söylemek istiyorum," dedi.
Philip gazeteyi indirdi. "Ne oldu? Önceden verilmiş sözü mü varmış?"
Rosemary gelip kucağına oturdu. Yumuşacık sesiyle, "Gitmekte diretti. Ben de zavallı yavrucağa biraz para verdim. Zorla tutamazdım ya?" dedi.
Rosemary saçlarını taramış, hafifçe gözlerini boyamış ve incilerini takmıştı. Ellerini uzatıp Philip'in yanaklarına dokundu.
"Beni seviyor musun?" dedi. Tadı kısık sesi içine işledi Philip'in. Ona sıkı sıkı sarılarak, "Korkulacak kadar seviyorum," dedi. "Öp beni."
Bir sessizlik oldu.
Sonra Rosemary rüyada gibi, "Bugün büyüleyici, küçük bir kutu gördüm. Yirmisekiz sterlin. Alabilir miyim?" dedi. Philip onu dizlerinde hoplattı: "Alabilirsin, benim minik savurganım."
Rosemary'nın gerçek söylemek istediği bu değildi. Başını göğsüne yaslayarak, "Philip," diye fısıldadı, "Ben hoş muyum?" ©
İngilizceden çeviren : Şengün Oral

Kaynak:
Mansfield, Katherine. “Bir Fincan Çay”. Adam Öykü 6. (Eylül-Ekim 1996): 12-17.  

Ahmet Haşim: Şiiri ve Hayatı

Şairlerin En Garibi: Ahmet Hâşim*                               Yapı Kredi Yayınları, Abdülhak Şinasi Hisar’ın bütün eserlerini yayımla...